Solon’un Anlantis ile ilgili anlattıklarında hep merak
ettiğim nokta şu; Mısır'lı rahibin Solon'a söylediği "Libya'dan Asya'ya
kadar" sözü, batan Atlantis adasının büyüklüğünü izah etmek için verilmiş
rastgele bir örnek miydi? Yoksa Rahip gerçekten Libya’dan Asya’ya kadar uzanan
bir devletten mi bahsediyordu? Eğer böyleyse bu büyük imparatorluğun merkezi
Libya; yani Sahra çölü müydü? Benim şahsi düşüncem; doğrusunun ikinci cevap
olduğunu kabul etmek yönünde. Sanki Mısır’lı rahiple konuşurken bir çeviri
hatası olmuş, ya da olay bir sonraki Critias nesline aktarılırken biraz
değişmiş gibi... Çünkü tüm bu coğrafyada bir dönem, ortak bir kültürün hükmettiğinin
pek çok delili var. Bunların en önemlileri piramitler olsa da; inanç sisteminin
de ortak bir kökü işaret ettiği bir gerçek. Ayrıca bu ortak inanç sistemleri, hem Antik Mısır'ı, hem bu coğrafyalar
arasındaki ortaklığı, hem de "Kuran'ın Sümer'de bir kökeni var mı?"
ve "her şey Sümer'de mi başladı?" sorularını cevaplıyor.
Eski insan ve inanç sitemi diyince aşağı yukarı bu
konularla ilgili herkesin aklına doğrudan ve tereddütsüz “Şamanizm” gelir. “Şamanizm” ismini ilk duyduğum günden beri bu
inanç sistemi hakkında söylenenlerde, yapılan tanımlarda, açıklamalarda hep
beni tatmin etmeyen, hep eksik kaldığını düşündüğüm bir şeyler hissetmişimdir.
Öncelikle öğretim hayatımız boyunca duyduğumuz; “Şamanizm Eski Türklere özgü
bir inançtır!” sözü tamamen hayal ürünüdür. Bugün Amerika Kıtası’ndan Orta Asya’ya,
Sibirya’dan Afrika’ya, Antik Mısır’a Anadolu’ya kadar pek çok coğrafyada ve
millette, ya halen ya da en azından bir dönem benimsenmiş bir inançtır.
Şamanizm’in bir bütün olduğu gerçeğini fark etmeden, her
millet kendi tarihi içerisinde ele aldığı için, resmin bütününü kaçırıyoruz.
Oysa Şamanizm’in yayıldığı coğrafyaya bakarsanız, İslam ve Hıristiyanlık gibi büyük
dinlerle rekabet ettiğini ve Yahudilikten bile daha yaşlı bir inanç sistemi
olduğunu görürsünüz.
Eski insanların bu, kadim inancının, o devirlerde bu kadar
yaygınlaşması, bu kadar zamandan sonra, hala ayakta kalması, gerçekten
inanılmaz. Düşünsenize; sosyal medyanın olmadığı, televizyonun olmadığı,
internetin olmadığı, basın yayın teknolojisinin veya motorlu araçların olmadığı
devirlerde böyle bir yayılma nasıl izah edilebilir ki? Bahsettiğim şey yazının
icadı, tekerleğin bulunması veya atın evcilleştirilmesi gibi bir şey değil! Bu
nedenle ticari irtibat, seyyahların bilgi atarımı, kültürel etkileşim gibi
sosyal etkileşimlerle açıklanamaz. Çünkü bu bir teknoloji veya ilerleme değil;
bu bir inanç, bu bir din! Bu kadar yayılması etkileşimle açıklanamaz. Önümüzde
pek çok etkileşim örneği var. Örneğin Osmanlı devleti asırlarca Balkanlara
hükmetti; Müslüman ve Hıristiyanlar öyle uzaktan, kısmi etkileşimi bir kenara
bırakın, aynı mahallelerde, aynı sokaklarda, aynı devletin vatandaşı olarak
yaşadılar; sonuç? Bu iki büyük din, diğerlerini etkileşimle içine çekmeyi
başaramazken, Şamanizm bunu nasıl başarmıştı? Bu arada şunu da belirteyim;
Şamanizm diyince aklımıza sadece, ekstaze durumda davul çalarak dans eden,
şifacı görevi gören, modern bilim adamlarına göre “Afrika Histerisi” hastası,
Şamanlar gelmesin. Şamanizm, aslında bizim Paganizm olarak gördüğümüz şeyin
temeli, kendine has bir evren görüşü olan bir inanç sistemidir.
Evet; Hıristiyanlık tüm Avrupa kıtasına yayıldı; Çünkü
arkasında Roma Devleti vardı. Baskın siyasi otorite hükmettiği bölgelere bu
görüşü empoze etmişti. İslam’ın arkasında da aynı şekilde Türkler vardı. Asırlarca
İslam’ın vurucu gücü oldular. Bu İslam’ın çökmesine, unutulmasına, tarih
sahnesinden silinmesine engel olmuş, yayılmasına vesile olmuştu. Peki, Şamanizm’in
arkasında hiç böyle bir siyasi otorite bulunmuş muydu? Evet! Bir önceki yazıda
da anlattığım gibi Antik Mısır ve piramitler buna en iyi örnekti. Hatta belki
de; Solon bize hikâyeyi yanlış aktarıyordu? Mısırlı rahibin o gün Solon’a
anlattığı yer bir ada değil, Libya’dan Asya’ya kadar uzanan bir devletti. Eğer
bu devletin dini de Şamanizm ise bize pek çok şeyi açıklamaya yeter. Eğer bu böyle değilse bile kesin olan bence şudur; Şamanizm, veya ondan türeyen Paganizm Sümer'de başlamaz! Çünkü, Sümer tarihi de, Sümerlerin etki alanları da bellidir; Şamanizm bu etki alanının dışındaki coğrafyalarda da görülür. O zaman o coğrafyaların da, Sümerlerin de beslendiği daha erken bir kaynak olduğu açıktır.
Peki, bir inancın bu kadar geniş bir sahada benimsenmesi
için, sadece emperyal bir otoritenin baskısı yeterli midir? Hayır! Bu sadece
Şamanizm’in bu kadar geniş bir coğrafyada adını nasıl duyurduğunu açıklar. Bu
kadar çok topluluğun Şamanizm’i sadece kendine özgü olduğunu düşünebilecek
kadar benimsemesini açıklamaya bu yetmez.
Bence burada yapılabilecek en mantıklı açıklama Şamanizm’in
tanımını doğru yapmakta yatıyor olabilir: Şamanizm en kısa tanımıyla; “Basit”tir!
İşte bu kadar basit… Belirli ve ağır bir kurallar manzumesi yoktu. İnsanlara “ibadet”
gibi ağır yükler yüklemiyordu. Tabii ki, kendi içerisinde bazı kuralları vardı
ama diğer inanç sistemlerine göre takip etmesi en kolay olandı.
İnsanların kafalarını yormaları gerekmiyordu. Dünya
üzerine yayıldığı, o en coşkulu zamanlarında, adeta, doğanın bir parçası olarak
yaşayan eski insanın yaşantısını kutsuyordu. Doğayı ön plana alıyordu. İnsanlara
ağır felsefeler sunmuyordu; sadece kendi gözleriyle gördükleri evren hakkında,
mistik bir açıklama getiriyordu. İnsanlara o ana kadar bilmedikleri bir şeyi
öğretmeye çalışmıyordu. Bildikleri, gözleriyle gördükleri ve yaşantılarıyla
deneyimledikleri şeylere bir açıklama getiriyordu o kadar!
Kâinat eski insanın gözünde doğal olarak üç bölümden
oluşuyordu. Kafasını kaldırıp baktığında gördüğü ulaşılamaz, büyük ve muhteşem
“Gökyüzü”; gerçek hayatını
geçirdiği, gerçeklerle yüzleştiği ve içinde yaşadığı “Yeryüzü” ve ölülerini gömdüğü, öldüğünde kaçınılmaz olarak
gideceği, kazdıkça sonu gelmeyen ve bu nedenle sonsuza uzandığı hissi oluşturan
toprağın altı, yani; “Yer Altı”…
İnsanoğlu bunları zaten biliyordu! Böyle bir evren tanımı, eski insan için
kolay kabullenilebilir bir iddia, hatta tartışılmaz bir gerçekti. Tıpkı dört
element Ateş, Hava, Su ve Toprak gibi… O anki evren bilgisi ile başka ne
olabilirdi ki?... İşte Şamanizm ileri sürdüğü, “Üçlü Evren” fikri bu yüzden, o devir insanında kolayca teveccüh
görüyordu. Çünkü Şamanizm’in bu üç katmanda da neler olduğu hakkında iddiaları
vardı.
|
Üçlü Evren algısı: Gökyüzü, Yeryüzü ve Yeraltı! |
Şamanizm’de Gökyüzü semavi idi. Kutsaldı. Bizdeki “Cennet”
anlayışına tekabül ediyordu. Eski Türkler o yüzden Cennet’e “uçmak” diyordu. Tanrıların mekânıydı.
Tanrıdan kast ettikleri ise bizim anladığımız “Yaratıcı” figürü değil, ölmüş
büyük liderleri, kahramanlık göstermiş ataları, yaşantılarıyla toplumda iz
bırakmış büyük adamlar, eski bilgeleri gibi ölmüş atalarıydı. Bugün “Atalar Kültü” olarak adlandırdığımız bu
yaklaşım, yaratıcı olmayan ama normal bir insan gibi basit de görülemeyen, yarı
tanrı-yarı insan ataların, zamanla önce efsaneleşmesi, sonra mitolojikleşmesi
ve en sonunda Tanrılaşmasıyla oluşan bir kavramdı. Ayrıca gökyüzünde yaşayan bu
atalar ya gökteki yıldızlarda ikamet ederdi; ya da Firavunların güneşe dönüşmesi
gibi, öldükten sonra göksel cisimlere dönüşürlerdi. Bu yüzden gökyüzünü takip
etmek, astrolojiyi; ya da doğudaki tabiriyle İlm-i Nücum’u bilmek önemliydi.
Çünkü bu yıldızların değil, Tanrıların hareketleriydi. O yüzden bir anlamı
olmalıydı.
Ayrıca bugün semavi dinler tarafından; Yaratıcı
tarafından, belirli bir işi yürütmek amacıyla görevlendirilmiş, o amaç için
yaratılmış Meleklerin görevleri bu
Tanrılara atfediliyordu. Yani bu Tanrıların gücü ve kapasitesi genelde bizdeki
Meleklerin güç ve kapasiteleriyle aynıydı. Tanrı asla bizdeki “Yaratıcı” figürü değildi. Çok tanrılı bu inançlarda, diğer tanrıların
dışında, bir yaratıcı güç bulunsa da genelde zamanla ilgi çekiciliğini
kaybetmiş, geriye sadece adı kalmış, ya da tamamen mitolojiden silinip
gitmiştir.
Yaşadığımız evren ise açıklamaya gerek olmayan yerdi: her
gün deneyimlediğimiz bölge! Burada Yer-Sub’lar
(Cinler) gibi metafizik varlıkların olduğuna inanılsa da esas olan, doğayla iç
içe yaşayabilmek, doğayı anlayabilmek, doğanın bir parçası olabilmekti. Doğanın
bir parçası olabilmek, ekinokslara, gündönümlerine ayak uydurabilmek zaten o
devir insanı için hayati bir meseleydi. Bu çarkın dışında kalırsa doğanın
kendisine neler yapacağının farkındaydı.
Yeraltı ise nispeten semavi dinlerin “cehennem” inancıyla
örtüşüyordu. Ölümü, ölüler diyarını, öldükten sonra semaya yükselemeyenlerin mekânını
temsil ediyordu. Eski Türklerin “Kara
Yer” dediği bu yer, ölen insanın yaşantısının karşılığını bulacağı, sınava
gireceği yerdi. Bu sınavı geçerse göğe yükselir, geçemezse ebediyen burada
kalırdı. Bu yüzden Antik Mısır’ın Ölüler Kitabı’nda olsun, Tibet Ölüler Kitabı’nda
olsun, ölümle ilgili her yerde bu sınavın nasıl geçileceği hakkında bilgiler
veriliyordu. Zaten ölülerini toprak altına gömen insanlar için bu kolay
kabullenilebilecek bir tanımdı.
Şamanizm’in insanlara sunduğu bir diğer promosyon da,
Tanrıların isim ve mitolojilerini seçebilme özgürlüğüydü. Sistemi alıp kendi
kültürünüzle, yoğurabiliyor, ortaya aynı inanç sisteminin size has bir
versiyonunu koyabiliyordunuz. Ya da Şamanizm’i ilk empoze eden devlet o kadar
geride kalmıştı ki; bu millileştirme hareketi, zamanla birbirinden kopan
toplumlar için doğal bir sürece dönüşmüştü. Örneğin Türkler için Yeraltı
Dünyasının Tanrısı ataları “Erlik Han”
iken, Yunanlar için “Hades”, Antik
Mısır’da “Osiris”ti.
Bu üçlü dünya görüşü, inananların sembollerine de yansıyordu.
Şaman davullarına, kıyafetlerine…vb.
|
Şaman Davulundaki Üçlü Evren Sembolizmi. |
Şamani kozmoloji algısını piramitleriyle abideleştiren
Eski Mısır, üçlü evren algısını da “Ankh”
figürüyle sembolize ediyordu.
|
Mısır Ölüler Kitabı'ndan... |
|
Üçlü Evren |
|
Evreni üçe bölen ANKH! |
|
ANKH |
“Ankh!” bu üç evreni birbirinden ayıran, üç evrene de
temas eden, üç evrenin iletişim; kesişim noktasıydı. Bu figürü elinde tutan, üç
evrenin de anahtarına sahip olan, üç evrenle de temas kurabilen kişiydi. Bir
nevi bu üç evrenin arasındaki bağlantı, mesaj taşıyıcı, peygamberdi. Dinsel
gücü vardı. Bu nedenle yönetsel yetkiye sahipti. Çünkü, yukarıdakilerin
isteklerini ve aşağıdakilerin bilgeliğini o biliyordu. Bu yüzden
Firavunlar, ellerinde Ankh figürüyle resmediliyor, tabutlarında bile onların
Ankh’a sahip oldukları belirtiliyordu.
Bu güç onlara çoğu zaman tanrılar tarafından sunulan bir
ayrıcalıktı.
Ankh sadece Antik Mısır’da görülen bir sembol de değildi.
Şamanizm’in yaşandığı coğrafyalarda sık görülen bir semboldü. Örneğin aşağıdaki
resim Oğuzların Eymür Boyu’nun tamgasıdır:
|
Eymür Boyu'nun tamgası |
|
Katolik kilisesinden bir gravür! |
Kısaca Sümerler,
Şamanizm’in bel kemiği üçlü evren algısının mucidi değildirler. Onlar sadece
kendilerinden önceki dönemlerden beridir gelen bir inancın, kendi versiyonlarını
oluşturdular. Fakat bu inanç onlarda da kalmadı; onlardan da başka milletlere
geçti ve o milletler de tıpkı Sümerlerin yaptığı gibi bu inancı, revize edip millileştirdiler.
Hatta bana kalırsa Hristiyanlıktaki “üçleme”
ve “haç” figürü de bu etkinin bir
sonucudur. Peki, İslam’da neler bu üçlü evren fikrinin sonucudur? Eğer İslam
dinlerin ortaya çıkışıyla evrilmesinde bir basamaksa, neden önceki basamakların
temel prensiplerini barındırmıyor?
Teoride Kuran’ın
Sümerlerde bir kökü olduğunu kabul edersek şu soru ortaya çıkmaz mı; Peki neden
İslam’da böyle bir sembolizm yok? Ya da İslam’ın kozmolojisiyle Sümer
kozmolojisi neden taban tabana zıt? İnancın detaylarını kopyaladıysa eğer Hz.
Muhammed, neden ana esaslarını kopyalamadı? Binlerce yıldır kâinatı böyle
algılamış bir coğrafyada, yeni dinini böyle kurgulaması, başarıya giden yolda, O’nun için çok daha rahat
olmaz mıydı?
Follow Us
Were this world an endless plain, and by sailing eastward we could for ever reach new distances