İnsanın maddi bedeninin en, boy, yükseklik gibi onu tanımlamaya yarayan boyutları olduğu gibi, iç dünyasının; yani onu insan yapan şeylerin de boyutları vardır. O boyutları doğru tanımlamadan insan denen varlığı anlayamayız. Çünkü insan sadece bir madde değildir. Belki her su 100 derecede kaynar ama her insan aynı etkiye aynı tepkiyle karşılık vermez. Bu nedenle bir insanı, bir toplumu anlamak için önce onları tanımlamak ve boyutlarını iyi anlamak gerekir. Bir toplum için pek çok boyut sayılabilirse de yaşadığı zaman, içinde bulunduğu kültür, etkileşim içinde olduğu kültür ve yaşadığı coğrafya ve iklim temel boyutlarıdır. Toplumlar bunlara göre ele alınmalıdır. Bizim konumuz da Sümer öncesi, Sahra dönemi ve hemen sonrası toplumu olduğu için önce o dönem insanını zihnimizde boyutlandırmalıyız, kimdi bu insanlar?
Bu insanlar
evlerinde televizyon veya internet olmayan, akşamlarını bunların karşısında
değil gecenin karanlığında gökyüzünü seyrederek geçiren, elektrik kullanmayan,
aydınlanma olarak ateşi kullanan, gündüzü aydınlık geceyi ise karanlık olarak
yaşayan, apartmanlarda oturmayan, asfalt sokaklarda veya parke yollarda
yürümeyen, henüz doğayı refüjlere, balıkları akvaryumlara hapsedememiş,
hayvanları kafeslerdeki veya doğal parklardaki otantik oyuncaklar olarak
görmeyen, dünyayı onlarla paylaşan, paylaşmak zorunda kalan, zor iklim
koşullarına boyun eğen, bu yüzden doğaya karşı korkuyla karışık bir saygı
besleyen, doğanın ne yapacağını tahmin etmenin hayatta kalmakla eş sayıldığı
bir dönemde sürekli doğayı gözleyen, kayısı kadar, kelebek kadar, çam ağacı
kadar, ay kadar, aslanlar kadar doğanın birer parçası olan insanlardı. İnsan
doğaya çok daha sonra ihanet etti.
İşte insan içinde yaşadığı kâinatı böyle bir dönemde gözlemledi ve gözlemleyebildiği kadar da yorumladı. Yukarıda gündüz masmavi bir gökyüzü görünüyordu. Güneşle ortaya çıkan bu uçsuz mavilik, bulutların haricinde, neredeyse hiçbir detay taşımıyordu. Güneş, kendisinden başka hiçbir şeyin dikkat çekmesine izin vermeyecek kadar dominanttı. Bu yüzden gökyüzünde gerçekte ne olduğu ancak güneşin yerini karanlığa bıraktığı saatlerde netleşiyordu. Simsiyah bir gökyüzünün ortasında binlerce yıldız… Ömründe bir defa kampa gitmiş, ya da şehrin ışıkları olmayan kapkaranlık bir yerde, gökyüzünü seyretme fırsatı yakalamış herkes bilir ki; hiçbir Hollywood sahnesi bu ihtişamı size yaşatamaz. İşte o devir insanı için evren böyle bir yerdir. Yukarıda gök, altta yer, onun da altında ölülerin gömülü olduğu, derinlere kazdıkça dibi gelmeyen, toprak yığını…
İşte insan bu
kadarlık bir gözlemle kâinatı tanımlamaya çalışır. Çünkü bulunduğu ortamı
tanımlamak ve yaşantısının anlamını aramak insani bir reflekstir. Şimdi o dönem
insanının yerine kendinizi koyun! Kafanızı yukarı kaldırdığınızda, üstünüzde
bir tavan gibi duran gökyüzünün çok uzak olduğunu görüyorsunuz. Oysa ufka doğru
baktığınızda gökyüzü ve yeryüzü birleşiyor? İşte bu manzara insanların
gökyüzünün bir çadır gibi olduğunu düşünmesine neden oldu.
Zamanla
insanlar gökyüzüne baktıkça gökyüzünün sabit olmadığını fark etti; gökyüzü
dönüyordu! O zaman bunun dönen bir dondurma külahı gibi olduğunu anladılar!
Külahın içine, derinliklerine doğru bakıyorlardı. Peki, bu külah neyin
etrafında dönüyordu? Veya en tepe noktası neresiydi? Dönen bir nesnenin merkezi
neresidir? Dönmeyen, ya da kendi etrafında döndüğü için döndüğü fark edilmeyen
yeri, merkezi… Peki, gökyüzünde sabit tek yıldız hangisiydi? Tabii ki; Kutup
Yıldızı… O zaman bu çadırın en tepe noktası da, merkezi de orası olmalıydı.
Doğu, batı, kuzey ve güney yönlerinde yerküreye basan bu devasa çadırın
temelleri kare şeklindeydi.
O zaman gökyüzü,
Kutup Yıldızına asılı bir çadır gibi dünyayı örtüyordu. O yüzden örneğin
Türkler, Kutup Yıldızına “Altın Kazık” veya “Demir Kazık” hatta “Demir Direk”
diyordu. Demir sağlamlığı ifade ederken, altın Kutup yıldızının sarımsı rengine
atıfta bulunuyordu. Çin astrolojisinde ise “Gök Hükümdarı” denen göksel tanrı,
Kutup Yıldızında oturuyordu. Kutup Yıldızı’nın etrafındaki Büyük Ayı Takım
Yıldızı ise hükümdarın ailesi veya yardımcılarına benzetiliyordu. Eski Türkler,
Büyük Ayı Takım Yıldızı’na “Yitiken”; yani “Yedi Hanlar” diyordu. Örnekleri
çoğaltmak gerekirse Kutup Yıldızı’na Samoyedler “Göğün Çivisi”, Çukçiler,
Koryaklar, Laponlar, Finliler ve
Estonyalılar “Çivi Yıldızı”, Moğollar, Buryatlar, Kalmuklar “Altın direk”,
Kırgızlar, Başkurtlar ve Sibiryalılar “Demir Direk”, Teleütler ve diğerleri ise
“Güneş Direği” diyorlardı. Eskimolara göre “Göğün Direği”, çadırlarını havada
tutan direğin birebir aynısıydı. Kutup Yıldızını çadırlarını taşıyan direkle
birebir aynı gören sadece onlar mıydı? Hayır! Kısaca sayarsak; Soyotlarda,
Altay tatarlarında, Buryatlarda, Arktika ve Kuzey Amerika’da, Samoyed ve
Ainularda, Maidu, Doğu Pomo ve Patwin gibi Orta Kaliforniya kabilelerinde,
Algonkinlerde, Yakutlarda ve Orta Asya şamanizminde… Örnekleri dünyanın dört
bir ucuna yaymak mümkün ama gereksiz! Hepsinin noktaları şu; Kutup Yıldızı,
gökyüzünü taşıyan direkti ve Tanrı orada ikamet eder; bizleri oradan seyrederdi.
İşte bu
inanışa bugün “Şamanizm”, diyoruz. Tarih öncesi insanın ilk kâinat tasviri… Peki,
bu göksel çadırın şekli neydi? Doğru, batı, kuzey ve güney yönlerinde, yer
kabuğuna basan bir karenin üzerinde tek bir noktaya uzanan çadır: Yani PİRAMİT…
Kâinatın şekli! Evren tabanı dünyada kurulmuş, Kutup Yıldızı’na uzanan bir
piramitti… Eski insan bu piramide “Kutsal Dağ” diyordu.
Nitekim Antik
Mısır, piramit inşasına başlamadan çok önce bu kutsal dağ sembolize edilmeye
başlanmıştı bile. 1980’lerde Ekvator ormanlarında, yeraltı tünel sistemlerinde
bulunan ve yaşları bundan 6.000 yıl önceye dayanan La Mana, eserleri bize piramit
sembolizminin, göksel dağ üstünde bizi seyreden tanrı inancının en az o günlere
kadar uzandığını gösteriyor. Hem de çok dikkat çekici yapım tekniği ve altında
bulunan ve anlamı henüz kesin bilinmeyen, yazının bulunmasından önce yazılmış!
harflerle…
La Mana piramidi |
Piramidin Altındaki yazı |
İşte Firavun
Kufu piramidini bu amaçla, bu inançla inşa ettiriyordu. Kâinatın öyle bir
maketini yapıyordu ki, o dönemde neredeyse “küçük kutsal dağları ben yarattım!”
diyordu. Yapmaya çalıştığı, Şamanizm’i kurumsal bir hale getirip, Nil deltasına
bir ŞAMAN KÂBESİ inşa etmekti. Bu yolla, dünya Şamanlarının küçük dillerini
yutacakları bir evren minyatürü inşa edip, bölgeyi bir dini merkeze
çevirmişlerdi. Bu bir güç gösterisi ve tanrısallaşma yoluydu. Diğer taraftan
piramitler, Sahra insanının dağıldıkları yerlerdeki imzalarıydı.
Diğer taraftan Kufu,
bu piramidi inşa işini hiyerogliflerde ismi “Hemiunu” veya “Hemon” diye okunan
vezirine veriyordu. Bu arada sakın onun okunuşu “Haman”
olmasın?
Mu’min
Suresi: 36. Ayet: “Ve firavun şöyle dedi: "Ey Haman! Benim için yüksek bir kule inşa et. Umulur ki böylece
sebeplere (hedeflere) ulaşırım.”
Kim bilir; belki de Şamanizm'in din adamları; yani "Şaman"ların veya "Kaman"ların isimleri, bu inancın en büyük mabedini inşa eden bu kişiden geliyordur?
Kim bilir; belki de Şamanizm'in din adamları; yani "Şaman"ların veya "Kaman"ların isimleri, bu inancın en büyük mabedini inşa eden bu kişiden geliyordur?
0 yorum: