İnsanlık tarihine bir de bu gözle bakın!

Kırk yaşındaydı. Yıllardan 610, aylardan Ramazan, gecelerden Kadir Gecesiydi. Daha sonradan bin aydan hayırlı olduğu söylenecek gece… ...

Var olmak ve yazmak...


Kırk yaşındaydı. Yıllardan 610, aylardan Ramazan, gecelerden Kadir Gecesiydi. Daha sonradan bin aydan hayırlı olduğu söylenecek gece… Sıkılmıştı, bunalmıştı; içinde tarif edemediği bir eksiklik vardı. İçine doğduğu, içinde yaşadığı, birlikte yoğrulduğu kendi toplumuna yabancılaşıyordu. Bitmiyordu sorular ve yetmiyordu cevaplar! Yüreği daralıyordu ama ne istediğini, ne beklediğini O da bilmiyordu. Tek bildiği böyle olmamalıydı. Yaşam çok basit ve anlamsızdı… Ve yalnızdı! Doğuştan gelen bir lanet gibi bir tek O farkındaydı eksikliğin. Hayatın söylenenden çok daha ileri bir anlamı olmalıydı. Sorsan bunun ne olduğunu söyleyemezdi ama hissedebiliyordu… Ve yalnızdı… Çünkü bu his bir tek O’nun içinde tomurcuklanıyordu. İçinde bulunduğu bu boşlukta tek başına çırpınıyordu. Seveni çoktu, dostu çoktu ama anlayanı; anlayabilecek olanı yoktu. Çocukluğundan beri O’nu farklı kılan bu hissin omuzlarına bıraktığı yükün ağırlığı O’nu her geçen gün daha da yalnızlığa itiyordu. Öyle olmasaydı, gecenin bu vakti Nur Dağı’ndaki bu küçük Hira mağarasında günlerdir tek başına, ailesinden uzak, ne işi vardı? Akşamın serinliğinde ilerideki hareketli şehir Mekke’de bir evde eşiyle dostuyla sohbet etmek ya da eşinin yanında vakit geçirmek veya yatağında huzurlu bir uyku çekmek varken neden buradaydı?
Derken beklenen geldi. Kırk yıllık bir ömrü doldurmuş bir sorunun azametli cevabı. Üç yüz altmış kanatlı, kafası arşa doğru uzanan, devasa cüssesiyle tam karşısında duruyordu. Ömründe gördüğü en büyük şey Kabe olan birisi için korkudan delirmeye yetecek kadar büyüktü. Geceydi, karanlıktı, yalnızdı, çaresizdi… Bağırsa sesini kimse duymazdı. Yardımına kimse koşamazdı ve kaçamazdı. Artık O ve kaderi baş başaydı… Derken o büyük Melek, tüm vücudunu sarıp sıkıştırdı. Canı yanıyordu; korkuyordu; titriyordu… Kolay değildi; gerçekten hiç kolay değildi… Zaten Mekke’li bir yetimin, Kevser sahibi bir Peygambere dönüşmesinin kolay olması da beklenemezdi.


Sonra kendisini sıkan o Melek “Oku!” dedi. İşte en ürkütücü olan da buydu; O’ndan hiç yapamayacağı bir şey istiyordu; O okuma yazma bilmiyordu ki? Çaresizliği iliklerinde hissetti. Ki, boynuna sarılıp kokusunu içine çekebileceği bir annesi veya gölgesine sığınabileceği, başını okşayacak bir babası olmayan bir çocuk olarak bu duyguya bıkacak kadar aşinaydı. Korka, korka; “ben okuma bilmem!” dedi. Fakat Melek O’nun akli melekelerini zorlayacak kadar kararlıydı. O’nu daha sert sıkarak tekrar etti: “Oku!”… Kötü bir niyetle susmuyordu ki? Yapabilse o anda yapmaz mıydı? Çaresizce son kez halini izah etti: “Ben okuma bilmem!”
Melek O’nun dayanabileceği son haddine kadar sıkıştırdı. Bu kez şakası yoktu; kemikleri çatırdamıştı. “Oku!” dedi… Fakat bu kez korku yerini ihtişama bırakmıştı; Yaratıcı tarafından doğrudan muhatap alınmanın, göz yaşartıcı ihtişamına… İşte buydu? O yıllardır hissettiği eksik parça! İşte cevap buydu! O an anladı ki; emir kendisine değildi; zira tüm kâinatı ve O’nu yaratan o Yaratıcı, yarattığının okuyamayacağını zaten biliyordu. Zaten O’nun önüne okunacak bir metin de vermemişti ki; “Oku!” diye emretsin. Yaratıcı sadece insanlara vereceği son mesajın ilk kelimesini seçiyordu, ilk emrini; “Oku”…
Sustu ve sadece mesajı dinledi. Bu kez Meleğin sözünü kesmedi. Melek mesajı iletmeye devam etti. Rabbi o Melek vasıtasıyla O’nunla konuşuyordu. “Oku!” diyordu; İnsanı bir kan pıhtısından yaratan benim, Diyordu. Kerem sahibi olduğunu ve insana kalemle yazmayı öğretenin de kendisi olduğunu söylüyordu. Rabbi O’na ilk mesajında “Oku!” diye emrediyor; insana yaptığı lütufların, iki tanesini ilk karşılaşmada, en başında ön plana çıkarıyordu; insanı yaratması ve insana kalemle yazmayı öğretmesi… Allah (c.c.) ilk hitabında iki ihsanını duyuruyordu; yaratmak ve kalemle yazmayı öğretmek…


Geçekten de öyle değil miydi? İnsanoğlu varlığını yaratılmaya borçluydu. Yaratılmak var oluşuna yapılan en doğru açıklamaydı. Peki, insan için sadece yaratılmış olmak yeterli miydi? Hayır!


Onu harekete geçirecek, onu geliştirecek bir enstrümana ihtiyaç vardı; okumak ve yazmak… İnsan asırlarca deneyimlerini, ulaştığı bilgileri, uyarılarını, yönlendirmelerini birbirlerine ve hatta gelecek nesillere hep bu yolla aktardı. Yoksa hiçbir insanın ömrü obsidyen taşını işlemekten, uzaya çıkacak seviyeye gelecek bilgi ve deneyim birikimini kaldıramazdı. Bilgi ve deneyim her bir ömürde sıfırdan şekillenmeye başlasaydı; hala üstümde ağaç yaprakları vardı! Okumak ve yazmak insana, yaratılmaktan sonra verilen belki de en büyük ihsandı. Onu asıl bu ihsan hayvandan ayırdı ve bu gücü kullanarak git gide hayvan ve insan arasındaki uçurum açıldı. Yaratıcı’nın bu lütfünün ne denli büyük etkisi olduğunu zaman gösterdi.
Peki, ne oldu da böyle sağlam bir temelde başlayan serüven, günde ortalama iki dakika okumayan bir toplum doğurdu? Ne oldu da okumak, necasetten taharetten daha az ilgi görür oldu? Oysa necasetten taharet kimseye okumayı öğretemezdi ama okumak herkese temizliği öğretirdi. Okuma yazma bilmeyen bir yetimin, Yaratıcı’nın son mesajının taşıyıcısı olduğu topraklarda, fiziğin, kimyanın, edebiyatın, sanatın ve gelişimin taşıyıcısı kâğıt ve kalem nasıl yetim kaldı? Yazının şu an için bilinen en eski mucitlerinin yaşadığı topraklarda binlerce yıl sonra nasıl oldu da küçücük çocuklar okuma yazma bilmeden, dedelerinin geri kalmışlığının bedelini öder oldu?

Sadece yaratılmış olmanın, bomboş yaşayıp gitmekten başka bir şeye yaramayacağını, bize Allah (c.c.) tarafından verilen kâğıt ve kalemin ellerimiz gibi, gözlerimiz gibi, kulaklarımız gibi ayrılmaz birer parçamız olduğunu anlamadıysak eğer, başını kaçırdığımız bir film gibi o gece indirileni ve sonradan gelenleri hiçbir zaman anlayamayız. Gözlerimiz doğrudan beynimize, oksijen reflekslerimize, kağıt ve kalem ise tercihimize bırakılmıştır ki; belki de en ağır sınavımız budur!

  

0 yorum:

YAZARIN SON PAYLAŞIMI

Var olmak ve yazmak...

Kırk yaşındaydı. Yıllardan 610, aylardan Ramazan, gecelerden Kadir Gecesiydi. Daha sonradan bin aydan hayırlı olduğu söylenecek gece… ...