Şu tartışılmaz bir gerçek ki, 18. Yüzyılın sonlarından itibaren insanlık gelişimde çığır açtı. Bütün bu ilerlemenin bu kadar kısa zamanda olması, insanın atlarla yolculuk ettiği bir devirden, aya ayak basması arasında geçen sürenin bu kadar kısa sürmesi gerçekten baş döndürücü. Tabii bu hızlı ilerlemenin pek çok da yan etkisi oldu. Kuşaklar arası farkın giderek açılması, değişen ekonomiye, teknolojiye ayak uydurabilme problemi, daha karmaşık ve stresli bir yaşam, dünya üzerinde reçeteli antidepresan kullanım sayısının 375 milyon kişiye ulaşması…vb. Fakat diğer taraftan belki de hiç fark etmediğimiz bir yan etkisi daha oldu bu sürecin: kendini beğenmişlik!
Bu sıçramanın
olduğu döneme kadar insanlarda geçmişlerine karşı bir hayranlık vardı. Eskiler
daha güçlüydü, daha becerikliydi, daha mitolojikti. Hatta eski çağlarda
insanlar atalarına karşı duydukları bu saygıyı bazen çığırından çıkararak “atalar
kültü”ne, atalarını yarı tanrılaştırmaya bile çevirmişlerdi. Fakat son asırda
insanlarda meydana gelen “üstünlük” hissi, tam tersine insanların geçmişte yaşayanlarla
ilgili daha aşağılayıcı, küçük görücü, ilkel görücü bir yaklaşım içerisine
girmesine sebep oldu. Modern dünya burasıydı; tarih ise yarı cahil kabilelerin,
ilkel hayatta kalma mücadelelerinin dramatik tiyatrosu!
İşte bu bakış
açısı ile tarih ve arkeoloji bilimi farklı bir yöne doğru kaydı. Tarih bizden
önce yaşamış olan insanları anlamaya çalışan sosyal bir bilimden, sanki çöldeki
zebra sürüsünün izlerinden onların göç yollarını tespit etmeye çalışan bir
belgesel ekibinin bakış açısıyla o insanları değersizleştirdi. Oysa yeryüzünde
yüzbinlerce yıldır insan yaşamı devam ediyordu. Bu nesil bu yaşamın sadece son
bir buçuk asrını temsil ediyordu. Ama olsun! Geçmişteki insanlar basitti ve bu
nesil onları nasıl kategorize ederse onlar öyleydi.
Bu nesil bir
ayrıntıyı gözden kaçırdı. Tüm bu ilerlemenin kaynağı tümüyle bu nesil miydi?
Yoksa son asırlarda yaşamış bir avuç kadar insan mıydı? Newton, Tesla, Einstein,
Milankovitch…vb. Belki yüz, belki iki yüz kişi sayabiliriz, bu atılımda rolü
olan. Peki bu neslin geri kalanının bu atılımda son kullanıcı olmak dışında ne
gibi bir katkısı vardı da kendisini bu kadar ileri görebiliyordu? Avcı
toplayıcı diye sınıflandırdığı insanları yarı maymun bir tür anlatır gibi
anlatan belgesel ekibinin elinde tuttuğu kameranın gelişimindeki katkısı neydi?
Ya da elinde tuttuğu, taştan yapılmış ok ucunu göstererek bilmem kaç yıl
öncesinden kaldığını ve bunun o devir insanının alet geliştirebilmeye
başladığını söyleyen bilim adamı karbon14 testinin gelişiminin hangi
ayağındaydı? Ben? Şu an yazdığım şu klavyenin neresindeyim? Ben ve benim gibi
üç yüz beş yüz kişi bir adada mahsur kalsak ne yapabiliriz? Cep telefonu çağına
ulaşmamız ne kadar sürer? O insanların ne yaşadığını nereden biliyoruz? Neden adamlara
pirimat gözüyle bakıyoruz? Ne biliyoruz? Hiçbir şey…
İşte bu bakış
açısını alıyoruz, eski insanları sınıflandırmada kullanıyoruz. Özellikle de
mesela şu ilkler meselesinde. Tarihte ilk defa para Lidya’da basılmıştır. Yok
ya? Nereden bildin? Senin ulaşabildiğin en eski para Lidyalılara mı ait, yoksa
Lidyalılara kadar kimsenin bunu yapamadığına emin misin? Tarih Sümer’de
başlar!... Niye? Çünkü yazıyı Sümerler bulmuştur… Niye? Yoksa Sümerlerden
önceki minimum dört yüz bin seneyi, tüm ayrıntılarıyla biliyorsun da, bunun
Sümer’e kadar gerçekleşmediğinden emin mi oldun?
Cümlelerimizi
doğru kullanmalıyız. Yoksa yanlış kurulan cümleler, ortaya bağnaz bir bilim
çıkartıyor. Cümlenin doğrusu şu, “Şu an elimizdeki delillerle, yazıyı
kullandığını bildiğimiz en eski medeniyet Sümer medeniyeti.”… Bitti!
Diyebilirler ki, ondan önceki dönemden kalma yazılı bir metin yok. Olabilir!
Bir şeyi sen bilmiyorsan o yok mudur? Tıpkı Avrupa’nın Amerika’yı keşfetmesi
gibi… “Amerika böyle keşfedildi!”… Hayır, efendim! Amerika öyle keşfedilmedi.
Amerika’da zaten insanlar vardı, siz yeni keşfettiniz. Ne demek? Oradakiler
insan değil miydi?
İşte problem
bu bakış açısından kaynaklanıyor. Tarih Sümer’de başlar; Sümer’de din adamları
var; o zaman din adamlığı Sümer’de başlar? Oldu canım… Ya da Tarih Sümer’de
başlar; Sümer’de tufan anlatılıyor; O zaman tufan da Sümer’de başlar; semavi
dinlerde devam eder… Tabii, tabii… Zaten insanlık Sümer’den önce yoktu! Sağ
olsunlar “insan” figürünü ortaya çıkardılar… Sümerlerden önceki yüzbinlerce yıl
insanlar ne evreni anlamaya çalıştı, ne düşünebilen yaratıklardı, ne iletişim
becerileri vardı, ne bir inanç sitemi ya da siyasi otorite geliştirebilecek
tiplerdi, onlar sadece bulduğunu yiyen, su kenarlarına yakın duran, mağaralarda
yaşayan bir nevi orangutan nesliydi; öyle mi? Öyle olması lazım çünkü her şey
Sümer’de başlıyor? Hiç Sümerlilerin kendilerinden önceki kültürlerden
etkilendiklerinden, onlardan bir şey öğrendiklerinden bahseden, ya da böyle bir
ihtimalin varlığını akla getiren yok? Çünkü işin içinde bilimsel bağnazlık ve
dinsel bağnazlığın kardeşliği var.
Aslında
Sümerlerin varlığı bile pek çok çevre için rahatsız edici. Nasıl olmasın ki? Musevilere
göre Hz. Adem ve Hz. Havva’nın dünyaya indiği tarih M.Ö. 3761’dir. Hatta
Hıristiyanlık bunu daha da erkene çeker. Hatta bu yüzden Yahudi ve Hristiyan
tarihçiler, karbon14 metoduyla yaşı hesaplanan nesneleri izah etmek için yaşlı
dünya teorisini bile ürettiler. Neymiş efendim, Allah'u Teala dünyayı yarattığında
yaşlı olarak yaratmış? O yüzden testlerde yaşlı çıkıyormuş. Yani tüm sistem bir anda, yaşlanmış olarak, yaratılıvermiş!
Eee bizimkiler boş durur mu? Hemen İslam’da da Kuran’da olmayan bilgi hadis adı altında sokuşturulmuş, Hz. Adem ile kıyamet arası 7000 sene kabul edilmiştir. İşte güneş yarın sabah batıdan doğdu desek 7000-2017: M.Ö. 4983 tarihini Hz. Adem’in doğum günü sayabiliriz. “Olur mu öyle şey?” demeyin; bunlardan ismini sıkça duyduğunuz pek çok kişi etkilenmiştir. Örneğin Sait Nursi[1]; Bu arada Göbekli Tepe’yi de sadece Mustafa İslamoğlu’nun vâkıf olduğu Hz. Adem’in kayıp dedeleri inşa etmiş olmalı! Bu arada karbon14 gibi yöntemler? Biz de durum daha kolay, öyle karmaşık teoriler üretmeye gerek yok. Bakın bu konuda bir web sitesi ne diyor (parantez içleri bana ait):
Eee bizimkiler boş durur mu? Hemen İslam’da da Kuran’da olmayan bilgi hadis adı altında sokuşturulmuş, Hz. Adem ile kıyamet arası 7000 sene kabul edilmiştir. İşte güneş yarın sabah batıdan doğdu desek 7000-2017: M.Ö. 4983 tarihini Hz. Adem’in doğum günü sayabiliriz. “Olur mu öyle şey?” demeyin; bunlardan ismini sıkça duyduğunuz pek çok kişi etkilenmiştir. Örneğin Sait Nursi[1]; Bu arada Göbekli Tepe’yi de sadece Mustafa İslamoğlu’nun vâkıf olduğu Hz. Adem’in kayıp dedeleri inşa etmiş olmalı! Bu arada karbon14 gibi yöntemler? Biz de durum daha kolay, öyle karmaşık teoriler üretmeye gerek yok. Bakın bu konuda bir web sitesi ne diyor (parantez içleri bana ait):
“Bu yaş tayinleri günümüzde, paleontolojik,
radyoaktif veya karbon on dört metotlarıyla, ya da ışık tayflarından
faydalanarak yapılır. Hepsinin de sıhhat derecesi tartışmalıdır. (Kime göre?) Geçmişle alakalı bu yaş tayinlerinin gerçek değerleri değil, nispi
bir değeri verdiği kabul edilmektedir. (Böyle bir kabul mü var?) Dolayısıyla,
gerek insanın geçmişi, gerekse diğer canlıların, ya da kainatın yaşı hakkında
ileri sürülen değerlerin hakiki yaşı göstermediği bilinmektedir. (Kim tarafından?)”
Kısaca biz,
kendimizden önceki tarihi, olduğu gibi uzun görmek istemiyoruz. Kendimizden
öncekileri de insan olarak görmüyor, kendimizi onlardan üstün görüyoruz. Bizim
tarih diye bildiğimiz dönemin gerçek bir tarihin içinde küçük bir nokta
kaldığını fark edemiyoruz. Tarih dediğimiz bilimi ön yargılarımıza kurban ediyor,
bulduğumuz her şeyi iddialarımıza kaynak olsun tahrif ediyoruz. Hatta haklı
çıkmak için yalan söylüyoruz.
0 yorum: