İnsanlık tarihine bir de bu gözle bakın!

Önce şu konuyu bir irdeleyelim; tarih Sümer’de mi başlar? Cevap kesinlikle hayır! RESİM-1 Özellikle Afrika’da yapılan kazılar i...

MODERN İNSANIN KENDİNİ BEĞENMİŞLİĞİ VE SÜMER ATEİZMİ! – 2


Önce şu konuyu bir irdeleyelim; tarih Sümer’de mi başlar? Cevap kesinlikle hayır!

RESİM-1
Özellikle Afrika’da yapılan kazılar insan neslinin yeryüzündeki yaşamının 300.000 yıldan çok daha eski olduğunu gösteriyor. Nitekim yakın zamanda Fas’ta yapılan kazılarda 300.000 yıllık insan fosili bulundu (resim-1). Bunun dışında da eski insandan kalan bazı materyalleri görmek mümkün; örneğin resim-2’deki ayak izleri! Bu ayak izleri Bournemouth Üniversitesi’ndeki araştırmacılarından, tarafından, Mary Leaky tarafından 1976’da Tanzanya’nın Laetoli bölgesinde bulundu. Ayak izlerinin 3.6 milyon yıllık olduğu düşünülüyor.


RESİM-2
3.600.000 yıl! Yine uzatmadan son bir örnekle keseyim resim-3’te gördüğünüz fosilin adı “KNM-WT 15000” ya da daha akılda kalıcı ismiyle “Turkana Çocuğu! ” Yapılan araştırmalar bu iskeletin 12 yaşında bir çocuğa ait olduğunu göstermiştir. fosili evrimci Donald Johanson’ın “Vücut şekli ve uzuvlarının oranları bugünkü Ekvator Afrikalıları'nınkiyle aynıydı.” Dediği bu çocuğun yaşı kaç biliyor musunuz? 1.6 milyon yıl…[1]


RESİM-3
Şimdi bunları kabul etmek kimin işine gelir? Evrimcilerin mi? Hayır… Bu teoriyi sarsar. Yahudilik, Hıristiyanlık ya da altta kalmayıp onlardan hurafe toplayan Değişmiş İslam için? Hz. Adem’den kaç sene öncesine tekabül ediyor?...

Şimdi bir aklınızda canlandırmaya çalışın; hadi diyelim her şey hatalı; geçelim öyle 3.6 milyon yılı falan diyelim ki; Hz. Âdem (s.a.v.) bir milyon yaşında… Bu tarih cetvelinde Sümerlerden bugüne kadar geçen süre ne kadarlık bir yer kaplar? Bir nokta koysak, ancak denk gelir. Demir şerit metrelerden birini elimizde tutuğumuzu düşünün. İşte Sümerlerden bugüne kadar geçen süre o metredeki 5 milimetreye denk gelir! Tarih gerçekten Sümer’de başlıyor değil mi? O yüzden her şeyin kaynağının Sümerler olduğunu düşünmek çok normal!
Ama yeri gelmişken şunu da söyleyeyim; bu noktada bir açık daha var. Bu kadar uzun süren insanlık serüveninde, neden semavi dinlerin başlangıcı son 5 bin sene? Yani aşağı yukarı Sümerlerle aynı zaman? Neden Tanrı semavi dinler için bu kadar beklesin ki? İşte burası kafa karıştırıcı… Tabii ki, inanmış bir Müslüman olarak ben de bu noktada inancımı haklı çıkarmak için ortaya tezler süreceğim, inanası olmayan da tezleri kabul etmeyecek. İnanç tartışılmayacak! Fakat benim bu noktaya bulduğum cevaplar benim inanç tarzımı etkileyecek. Diğer taraftan kesin olan şu ki; tarih Sümer’de falan başlamıyor, hatta Sümer tarih piyesinin, son perdesinin, ilk sahnesi…

Peki, bunca zaman ne oldu? Neler yaşandı? İnsanoğlu hiç mi gelişemedi? Hiç mi yazamadı? Okuma yazma bilmeyen, küçük yaştaki bir çocukla pikniğe gitseniz onun bile yere bir şeyler çizdiğini, o çizgilerle bir şeyler anlattığını görürsünüz annesi, babası, evi, güneş… Tıpkı taih öncesi devirlerden kalma duvar resimleri gibi. Peki, insanlar dokuz yüz doksan beş bin sene, altı yaşındaki bir kız çocuğunun zekâsıyla mı yaşadılar? Tamam; uçakla uçamamalarını anlarım ama üretkenlikten bu kadar uzak kalmaları inandırıcı değil.

Bu yüzden hep şunu düşündüm; “bir şeyler olmuş olmalı! Mutlaka geliştiler; ama ya gelişimlerini sürekli sekteye vuran bir şeyler olmuş olmalı, ya da geliştikten sonra bir şekilde gelişimlerinin izleriyle birlikte dönem dönem yok olmuş olmalılar. Ta ki, bunun delilleri gün yüzüne çıkmaya başlayıncaya kadar.

Son dönemlerde insanlar, tarihi kayıtların doğa tarafından arşivlendiği, binlerce yıl öncesine uzanan, devasa bir kütüphane keşfettiler: buzullar! Her sene yağan karlar, beraberinde atmosferde bulunan gazları ve tozları da alarak bu kütüphanenin raflarına yerleştiriyordu. Sonra ardından ikinci bir kütüphaneye daha ulaşıldı. Deniz tabanı sondajları! Özellikle Güney Atlantik denizinde yapılanlar ortaya inanılmaz şeyler çıkardılar.

Bilimin ulaştığı bu son kanıtlar, 1. Dünya savaşı yılları ve ardından gelen buhran döneminde sesi yeterince duyulamamış bir bilim adamının iddialarının doğru olduğunu gösteriyordu. Milutin Milankovitch ve adıyla anılan eksen sapması “Milankovitch Döngüsü”…[2] O güne dek insanlar dünyanın iki hareketini ve sonuçlarını biliyorlardı: günlük hareketler; gece gündüz, yıllık hareketler; mevsimler… Milankovitch, dünya ekseninin resim-4’te görüldüğü gibi bir hareket yaptığını bununda küresel bir ısınma ve soğumayı tetiklediği, kısaca dünyada mevsimler üstü bir mevsim olduğunu iddia etmişti. Bilim ilerledikçe Milankovitch’in haklı olduğu ortaya çıktı. Gerçekten de bu eksen hareketliliği dünyanı güneşe yaklaştırıp-uzaklaştırıyordu. Bu da dünya genelinde dönem dönem buz devirlerinin veya küresel bir ısınmanın oluşmasına neden oluyordu.

Bu periyotlarla ilgili bilimsel delil ve temelleri şu an yazmakta olduğum ve inşallah kısa bir süre sonra beğeninize sunacağım “Paranigma I, II ve III” isimli roman serisinde geçen kavramları açıkladığım paranigmaserisi.blogspot.com.tr isimli bloğumda bulabilirsiniz. Şimdi işin o kısmına girmeden, bu periyotlarda devreden hikâyemizi kısaca özetlersem:
İlk önce yumurta mı tavuktan çıktı, tavuk mu yumurtadan bilmiyorum! Yani Hz. Adem, ilk yaratıldığında döngü hangi aşamasındaydı bilmiyorum. Ama ben Hz. Adem’in ilk yaratıldığı Cennet’ten (Bahçe) etkilenerek, ilk başlangıcı Sahra’dan alıyorum…


Bugün metrelerce kum tepelerinden başka hiçbir şey olmayan Sahra Çölü; o 9.200.000 kilometrekarelik devasa alan yemyeşil, sulak, sık ağaçlardan oluşan bir ormandı. Merkezi muhtemelen Sahra Ormanları olmak üzere, aşağıya doğru neredeyse tüm Afrika Kıtası devrin insanlarına ev sahipliği yapıyordu. Orta Afrika’dan, Kuzey Afrika’ya uzanan ve 2-3 tane Hazar Denizi büyüklüğünde göle sahip, medeniyet beşiği bir havza uzanıyordu. Kuzey’de ise 39. Enlemden yukarısı buzullarla kaplıydı. Buzullar dediğimizde aklınıza her yerin karla kaplı olduğu bir alan gelmesin. Buzulların kalınlıkları 6 katlı bir apartmanı buluyordu. Bu nedenle burada yaşamak mümkün değildi.


Derken Milankovitch döngüsü turunu tamamlayıp, yeni evreye geçti. Yerküre özelliklede Kuzey Yarım Küre güneşe daha çok yaklaşıyor, hava giderek ısınıyordu. Buzullar yavaş yavaş çekilmeye başlarken, Afrika su kaynakları çekiliyor, kıta kuraklaşıyordu. İnsanlar için ise tek çare yerlerini terk edip, yaşama daha elverişli bölgeler doğru göç etmekti. Yavaş yavaş Afrika’dan kaçış başladı; tüm medeniyetlerini özellikle Sahra bölgesinde, çölün ve mekanik çözülmenin acımasız parçalayıcılığına terk ederek…

Buzullar çekildikçe, insanlar daha da kuzeylere çıktı ve dünyanın dört bir tarafında yayıldı. Artık yeryüzü çok sıcaktı. Afrika susuzlukla boğuşuyor, göçe katılmayanlar küçük kabileler halinde güneye doğru inip, orada hayatta kalmaya çalışıyordu. Kuzeydekiler ise nispeten soğuk olan iklim ve eriyen buzulların yer kabuğuna depoladığı yeraltı suları ve geride bıraktığı göllerle suyla ilgili bir sorun yaşamıyordu. Döngünün tam ortasında artık kutuplarda bile buz kalmamıştı. Orada bile yaşam vardı. İşte Piri Reis’in haritasını çizerken, örnek aldığı kuzey kutbunun kar altında kalan kısmını hatasız çizdiği o harita, muhtemelen bu devirlerden kalmıştı. Yeryüzünde gelişen yarım küre Kuzey, geri kalan ise Güney’di. Bu sefer medeniyet şu anda olduğu gibi, Kuzey’de gelişiyordu.

Fakat döngü yine başa dönmeye başladı. İşler tersine dönmüştü. Havalar soğuyordu. Kışın yağan kar, soğurulan güneş miktarındaki azalmayla erimiyor, kutuplar yavaş yavaş kar katmanlarıyla kaplanıyordu. Bu sefer de tabiat insanları güneye inmeye zorluyordu. Kutuplar buzullarla kaplanıp, aşağı doğru inmeye başlayınca, insanlar tekrar yollara koyuldular; daha sıcak, daha yaşanabilir coğrafyalara doğru. Geride geliştirdikleri medeniyeti onlarca metre buzulun altına, megatonluk basınçların, dondurucu soğuğun aşındırıp yok etmesine terk ederek… 26.000 yıl önce başladıkları ve bu sürede böyle bir başlangıçları olduğunu bile unuttukları, yeniden yeşermeye başlamış Sahra Çölü'ne/Ormanına doğru…

Muhtemelen Asya’da kalanlar Sahra’ya değil de, Hindistan yarımadasının veya Çin hindinin yaşanabilir, coğrafyasına doğru iniyordu. İşte bu yüzden Zent Avesta, Hz. Nuh’un üç oğlu ve üç kavimden bahsediyordu. Avrupa, Arap ve küçük Afrikalı kabileler Sahra’da buluşacak, İranlılar, Hindular ve Tibetliler Hindistan’da buluşacak, Türkler, Moğollar ve Çinliler ise Çin’de buluşacak ve bu üç toplum 3-4 bin sene küçük irtibatlar halinde birbirinden kopacaktı. Bu yüzden, insanlık için üç kök vardı. Bu sürecin sonunda Sahra yeniden yeşerdikçe, tekrar medeniyetin beşiği olmaya başlayacak ve döngünün tekrar kendini başa sarmasına kadar da bu durum değişmeyecekti.

Milankovitch döngüsü medeniyetin kalp atışları gibiydi. Önce kasılıp insanları merkezinde topluyor, sonra da açılıp, birer kan hücresi gibi insanları yeryüzüne tekrar serpiştiriyordu. Ve bu kalp her atışında bir önceki devrin izlerini buzulları ve çöl kumlarını kullanarak yok ediyor, mecazi olarak, insan anlamında, Ademi, o güzel bahçelerden defalarca kovmuştu. Peki, kaç defa? Eğer yazının başında kabul ettiğimiz gibi Hz. Âdem’in yaşını 1.000.000 kabul edersek: 1.000.000 / 26.000= 38! Bu olaylar en az 38 defa tekrar etmişti!

Sümerler Sahra’dan son çıkıştan sonra kurulmuştu. Zaten Sümerleri kuran da, Antik Mısır’ı kulan da ve daha pek çok medeniyeti kuran da bu sahradan gelen göçlerdi. (Bununla ilgili verileri de paranigmaserisi.blogspot.com.tr adresinde bulabilirsiniz.) Kısaca Sümerler, Hz. Âdem’ler değillerdi. Tıpkı Yahudiliğin sürgün yıllarında Sümer hikâyelerinden etkilendiği gibi, onlar da kendilerinden öncekilerden etkilenmişlerdi. Hikâye Sümer’de başlamıyordu! Sadece önceki döngüler izleri silmişti ve biz yalnızca Sümer’e kadar uzanabiliyorduk…






0 yorum:

YAZARIN SON PAYLAŞIMI

Var olmak ve yazmak...

Kırk yaşındaydı. Yıllardan 610, aylardan Ramazan, gecelerden Kadir Gecesiydi. Daha sonradan bin aydan hayırlı olduğu söylenecek gece… ...