İnsanlar son kez Sahra’ya sığınmadan önceki devirlerde ne
kadar gelişmişler, ne kadar ilerlemişler bilemeyiz. Ama uzay üsleri inşa etmedikleri
de aşikâr; binalar yok olsa da temeller ulaşmalıydı günümüze… Anlaşılan
insanlar en ciddi gelişme patlamasını son çıkışta yaşadı. Zaten bizi de en çok
alakadar eden Sahra’dan son kaçış! Yapılan bilimsel çalışmalar Sahra’nın M.Ö.
4000’lerde artık yaşanmaz hale geldiğini gösteriyor. Muhtemelen bu tarihte
artık orta kuzey Afrika’da bulunan, havzaları ve gölleri de kurumaya yüz
tutmuştu.
Afrika kıtasındaki yoğun nüfus yavaş yavaş kendisine yeni
yaşam alanları bulmak zorundaydı. Doğal olarak yoğun göçler başladı; Peki,
nereye?
İlk akla gelen yer, Kuzeydoğu Afrika’nın vahası; Nil
Deltasıydı! Bu bölge belki de bu dönemde en yoğun göçü alan bölge oldu. Bu
bölgeyi transit geçenler, Mezopotamya’ya ve hatta daha da ilerilerine doğru yol
alıyordu. Diğer bir kol, bugünkü Bab el-Mendeb Boğazından Arap Yarımadasının
güneyine göçüyordu. Bu göçler bölgede
seyrek halde yaşayan, nispeten geri kalmış dağınık topluluklarla karşılaşıyor;
sahip oldukları bilgi ve becerileri oralara götürüyorlardı. Orta Doğu birden
kalabalık şehirlerle, metropollerle dolmaya başlıyordu. Nihayetinde bu yeni
gelen nüfusun önderliğinde birden! Sümer kültürü ve ilk şehir devletleri ortaya
çıktı. Nil Deltası’nda Antik Mısır yükselirken, Sahra insanları dünyanın dört
bir yanına göçe devam etti.
Hayling Adası |
Aslında bunları yeni yapılan çalışmaların ışığında mı öğreniyoruz; yoksa çok eski kaynakların anlattıkları yıllardır gözümüzün önündeydi de biz mi göremiyorduk? Nasıl mı?
Şöyle ki; Atinalı gezgin, şair ve yasamanın içinde bulunan
Solon, M.Ö. 6. Yüzyılda Mısır’a gider. Orada Nil’in ikiye ayrıldığı çıkıntıda
bulunan, Saitikos ülkesinin, en büyük şehri Sais’te, Atinalı olduğu için büyük
bir ilgi görür ve Mısırlı bir gurup rahiple sohbet etme fırsatı yakalar. Atina
gibi bilimin, edebiyatın ve felsefenin geliştiği bir bölgeden gelmenin ve bu
bölgede belli bir bilgelik seviyesinde bulunmanın rahatlığıyla Solon, Mısırlı
rahiplere tarih anlatmaya kalkar! Onlara biraz Helen mitolojisi anlatır ve
kendince bu mitolojiyi bir tarih çizelgesine oturtarak, tarihin başlangıcını
ortaya çıkarmaya çalışır. Tıpkı bizim yaptığımız gibi.
Solon’un anlattıklarını sabırla dinledikten sonra orada
bulunan yaşlı bir rahip söz alır. “Ah
Solon” der; “Siz Helenler daha
çocuksunuz! Sizin memleketinizde hiç ihtiyar yok… Çünkü kafanızda ne bir eski geleneğe dayanan, öteden beri edinilmiş
fikir, ne de zamanla ağarmış bir bilginiz var. Bunun sebebi şudur; insanlar birçok şekillerde yok edilmişler;
daha da edileceklerdir. En büyük felâketler ateşle sudan gelmişti, ama bin
türlü başka sebeplerle meydana gelen daha küçük felâketler de vardır.
…
Hakikat
şudur ki; gökte dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazen yollarından
şaşarlar, uzun aralıklarla meydana gelen bir tutuşma yeryüzündeki her şeyi
mahveder. O zaman dağlarda, yüksek kuru yerlerde oturanlar, şehirlerde, deniz
kenarında oturanlardan daha çok mahvolurlar.
…
Bunun
aksine Tanrılar, bir tufanla dünyayı yıkadıkları zaman yalnız dağdaki
sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizin şehirlerin ahalisini nehirler
alıp denize sürüklüyor.
…
Gerçek şudur ki; kendilerini kaçıracak kadar
şiddetli bir soğuğu da yakıcı bir sıcağı da almayan bir yerde, her zaman az ya
da çok insan vardır. Hem sizde olsun, bizde olsun; yahut da adını duyduğumuz başka bir ilde
olsun, güzel, büyük, yahut da başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey meydana
gelmişse bütün bunlar, en eski çağlardan beri burada tapınaklarda duruyor,
böylece de korunmuş oluyor. Sizde ve başka uluslarda tam tersi, daha yazmayı
ve devletlere lazım olan her şeyi öğrenir öğrenmez, gökyüzünün suları belirli
bir zamandan sonra bir hastalık gibi sağanak halinde üzerinize yağıyor, içinizden
okuyup yazması olmayanlarla cahillerden başkasının kurtulmasına meydan
bırakmıyor; o kadar ki toy çocuklar gibi kendinizi yeniden, hareket
ettiğiniz yolun başında buluyor, eski zamanlarda, burada, kendi memleketinizde
olup bitenlerden hiç bir şey bilmiyorsunuz. çünkü Solon! Yurttaşlarının biraz
önce saydığın soyu sopu, sütnine masallarından pek farklı değildir.
Her
şeyden önce daha eskiden birçok tufanlar olduğu halde siz, bir tek kara
tufanını hatırlıyorsunuz; sonra insanlar arasında görülen en güzel ve en iyi
soyun sizin memleketinizde doğduğunu ve kendinizin, senin de, bugünkü
devletinizin de, felaketten kurtulabilmiş bir tohum sayesinde o soydan
geldiğinizi bilmiyorsunuz. Bilmiyorsunuz, çünkü felaketten kurtulabilenler,
birçok nesiller boyunca, hiç bir yazı bırakamadan ölüp gittiler. Evet, Solon! Bir
zamanlar suların sebep olduğu en büyük felaketlerden önce, bugün Atina adı
verilen devlet, savaştan yana en yiğit her bakımdan ölçülemeyecek kadar da
medeni bir devletti”
Gördüğünüz gibi Solon’un konuştuğu rahip, geçmişte
yaşanan tufanları, meteor çarpmalarını, soğuk ve sıcağın insanları kaçırdığını,
göçe zorladığını, bu toplu felaketlerden kimlerin kurtulduğunu, bu bilgilerin
neden gelecek nesillere aktarılamadığını… vb. pek çok konuyu açıklıyordu. Rahibin
anlatacakları bununla sınırlı değildi. Rahip o gün Solon’a eski bir
medeniyetten bahsediyordu. Herakles Sütunlarının dibinde, yani Cebeli Tarık boğazını
geçtikten sonra var olmuş olan bir ada devleti; Atlantis!
Rahip Solon’a bu adanın özelliklerini ayrıntılı bir
şekilde anlatıyordu: sarayı, mimarisi, su kaynakları, ormanları, kanunları ve
kuruluş mitolojisi. Rahibe göre ülke Tanrı Poseidon’un, toraktan olma Euenor’un
(Adem?) tek kızı Kleito’ya aşık olup, O’nunla evlenip yerleşmesiyle kurulur.
Adadakiler, Poseidon’un çocuklarıdır ve yarı tanrıdır. Poseidon’un ve kendi
koydukları yasalara bağlı, barış içinde bir ülke inşa ederler. Fakat zamanla bu
tanrılardan! Oluşan toplum, ölümlülerle karıştıkça, daha saldırgan bir ulusa
dönüşür. Gel zaman git zaman, adanın dışına çıkıp tüm dünyayı tek bir devlet
altında toplamak amacıyla istilalara girişirler. Derken Atina’ya kadar
ulaşırlar. Rahip onların bu savaşını şöyle anlatır: “Bir taraftaki savaşçılar Atina'nın liderleri olarak kaydedilmiş, ve
savasın dışında dövüşmüşler, öteki taraftaki savaşanlar ise Atlantis'in
kralları tarafından kumanda edilmişti ki; bu ada (Atlantis) Libya'dan,
Asya'ya kadar uzanıyor.”
İşte Solon öğrendiği bu bilgileri yakın arkadaşı
Dropides’e anlatır; O da oğlu Critias’a… Critias da torunu Critias’a… Derken Sokrates,
Hermo Crates, Timaeus ve Critias’ın katıldığı bir sohbette konu olur ve bu sohbet
Platon tarafından kaleme alınır. Böylece hikâyenin bir kısmı bize kadar ulaşır.
Maalesef diyalogların tamamı günümüze kadar ulaşamamış; sohbet en heyecanlı
yerinde son bulmuştur…
Bosna-Hersek |
Peki, bazı Afrika kabilelerinde rastlanılan
inanılmaz mitoloji bu medeniyetin geride bıraktığı miras mıydı? Örneğin bugün
bizlere gizemli gelen Dogon kabilesi inançları gibi. Dogonlar bugünkü Mali
Cumhuriyetinde yaşayan, geri kalmış bir Afrika kabilesidir. Bu kabileyi gizemli
yapan şey modern insanın ancak 20 y.y.’da, büyük teleskoplar sayesinde ancak
görmeyi başarabildiği göksel cisimleri, binlerce yıldır, inanılmaz
ayrıntılarıyla bilebiliyor olmalarıdır. Dogon mitolojisinde Sirius yıldızı
önemli bir yer tutar. Onlar Sirius yıldızının etrafında dönen Potolo adında
ikinci bir yıldız olduğunu, bu yıldızın elli yılda bir Sirius’un etrafındaki
dönüşünü tamamladığını ve Potolo’nun dünyadaki her şeyden daha ağır bir
maddeden oluştuğuna inanırlar. Garip olan şu ki; bahsettikleri yıldız, Sirius B
yıldızıdır ve 1860 yılında Alvan Graham Clark tarafından teleskopla tespit
edilebilmiştir. Yine modern insan Sirius B’nin bir “Cüce Yıldız” olduğunu
1920’lerde anlamıştır. Yani Sirius B’nin yoğunluğunun dünyadan kat be kat fazla
olduğunu, o yüzden Sisirus B’nin dünyadaki her maddeden binlerce kat ağır
olduğunu…
DOGON KABİLESİ GÜNCEL HALİ |
Cevabı ben de kesin olarak bilmiyorum: ama bildiğim
şu ki; insanoğlunda kültür ve medeniyet oluşumu Sümerlerden çok daha önceki
dönemlere rastlıyor....
0 yorum: