İnsanlık tarihine bir de bu gözle bakın!

İnsanlar son kez Sahra’ya sığınmadan önceki devirlerde ne kadar gelişmişler, ne kadar ilerlemişler bilemeyiz. Ama uzay üsleri inşa etme...

MODERN İNSANIN KENDİNİ BEĞENMİŞLİĞİ VE SÜMER ATEİZMİ! – 3


İnsanlar son kez Sahra’ya sığınmadan önceki devirlerde ne kadar gelişmişler, ne kadar ilerlemişler bilemeyiz. Ama uzay üsleri inşa etmedikleri de aşikâr; binalar yok olsa da temeller ulaşmalıydı günümüze… Anlaşılan insanlar en ciddi gelişme patlamasını son çıkışta yaşadı. Zaten bizi de en çok alakadar eden Sahra’dan son kaçış! Yapılan bilimsel çalışmalar Sahra’nın M.Ö. 4000’lerde artık yaşanmaz hale geldiğini gösteriyor. Muhtemelen bu tarihte artık orta kuzey Afrika’da bulunan, havzaları ve gölleri de kurumaya yüz tutmuştu.

Afrika kıtasındaki yoğun nüfus yavaş yavaş kendisine yeni yaşam alanları bulmak zorundaydı. Doğal olarak yoğun göçler başladı; Peki, nereye?



İlk akla gelen yer, Kuzeydoğu Afrika’nın vahası; Nil Deltasıydı! Bu bölge belki de bu dönemde en yoğun göçü alan bölge oldu. Bu bölgeyi transit geçenler, Mezopotamya’ya ve hatta daha da ilerilerine doğru yol alıyordu. Diğer bir kol, bugünkü Bab el-Mendeb Boğazından Arap Yarımadasının güneyine göçüyordu.  Bu göçler bölgede seyrek halde yaşayan, nispeten geri kalmış dağınık topluluklarla karşılaşıyor; sahip oldukları bilgi ve becerileri oralara götürüyorlardı. Orta Doğu birden kalabalık şehirlerle, metropollerle dolmaya başlıyordu. Nihayetinde bu yeni gelen nüfusun önderliğinde birden! Sümer kültürü ve ilk şehir devletleri ortaya çıktı. Nil Deltası’nda Antik Mısır yükselirken, Sahra insanları dünyanın dört bir yanına göçe devam etti.

Hayling Adası
Muhtemelen bu akım sınırlı sayıda da olsa Cebelitarık üstünden İspanya’ya oradan veya Tunus-Malta güzergâhından İtalya’ya geçiyordu. Nitekim İtalya’da yapılan araştırmalar, tarımın İtalya’ya yakın doğudan gelen göçlerle geldiğini gösteriyor. Hatta İtalya ve İspanya’da yeni yapılan keşifler, eski piramitler olabileceğinden şüphelenilen bazı doğal olmayan tepelerin olduğunu ortaya çıkardı. Bu noktada akla şu soru geliyor; acaba bu kaçış esnasında küçük bir grup da deniz yoluyla Orta Amerika’ya ulaşmış olabilir miydi? Beni bunu düşünmeye iten sebep, Orta Amerika ile Orta Doğu arasındaki şaşırtıcı benzerliklerden başka bir şey değil. Bu noktada akla “o dönem insanı gemi yapmayı biliyor muydu ki?” sorusunun geldiğini biliyorum. Ama İngiltere’de Portsmouth yakınlarındaki Hayling adasında, 6431 yaşında bir gemi batığı bulunabiliyorsa; denizcilik tarihini yeniden yazmamız gerekiyor.


Aslında bunları yeni yapılan çalışmaların ışığında mı öğreniyoruz; yoksa çok eski kaynakların anlattıkları yıllardır gözümüzün önündeydi de biz mi göremiyorduk? Nasıl mı?

Şöyle ki; Atinalı gezgin, şair ve yasamanın içinde bulunan Solon, M.Ö. 6. Yüzyılda Mısır’a gider. Orada Nil’in ikiye ayrıldığı çıkıntıda bulunan, Saitikos ülkesinin, en büyük şehri Sais’te, Atinalı olduğu için büyük bir ilgi görür ve Mısırlı bir gurup rahiple sohbet etme fırsatı yakalar. Atina gibi bilimin, edebiyatın ve felsefenin geliştiği bir bölgeden gelmenin ve bu bölgede belli bir bilgelik seviyesinde bulunmanın rahatlığıyla Solon, Mısırlı rahiplere tarih anlatmaya kalkar! Onlara biraz Helen mitolojisi anlatır ve kendince bu mitolojiyi bir tarih çizelgesine oturtarak, tarihin başlangıcını ortaya çıkarmaya çalışır. Tıpkı bizim yaptığımız gibi.
Solon Atinalılar için kanun yazdırırken!

Solon’un anlattıklarını sabırla dinledikten sonra orada bulunan yaşlı bir rahip söz alır. “Ah Solon” der; “Siz Helenler daha çocuksunuz! Sizin memleketinizde hiç ihtiyar yok… Çünkü kafanızda ne bir eski geleneğe dayanan, öteden beri edinilmiş fikir, ne de zamanla ağarmış bir bilginiz var. Bunun sebebi şudur;  insanlar birçok şekillerde yok edilmişler; daha da edileceklerdir. En büyük felâketler ateşle sudan gelmişti, ama bin türlü başka sebeplerle meydana gelen daha küçük felâketler de vardır.
Hakikat şudur ki; gökte dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazen yollarından şaşarlar, uzun aralıklarla meydana gelen bir tutuşma yeryüzündeki her şeyi mahveder. O zaman dağlarda, yüksek kuru yerlerde oturanlar, şehirlerde, deniz kenarında oturanlardan daha çok mahvolurlar.
Bunun aksine Tanrılar, bir tufanla dünyayı yıkadıkları zaman yalnız dağdaki sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizin şehirlerin ahalisini nehirler alıp denize sürüklüyor.
 Gerçek şudur ki; kendilerini kaçıracak kadar şiddetli bir soğuğu da yakıcı bir sıcağı da almayan bir yerde, her zaman az ya da çok insan vardır. Hem sizde olsun, bizde olsun;  yahut da adını duyduğumuz başka bir ilde olsun, güzel, büyük, yahut da başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey meydana gelmişse bütün bunlar, en eski çağlardan beri burada tapınaklarda duruyor, böylece de korunmuş oluyor. Sizde ve başka uluslarda tam tersi, daha yazmayı ve devletlere lazım olan her şeyi öğrenir öğrenmez, gökyüzünün suları belirli bir zamandan sonra bir hastalık gibi sağanak halinde üzerinize yağıyor, içinizden okuyup yazması olmayanlarla cahillerden başkasının kurtulmasına meydan bırakmıyor; o kadar ki toy çocuklar gibi kendinizi yeniden, hareket ettiğiniz yolun başında buluyor, eski zamanlarda, burada, kendi memleketinizde olup bitenlerden hiç bir şey bilmiyorsunuz. çünkü Solon! Yurttaşlarının biraz önce saydığın soyu sopu, sütnine masallarından pek farklı değildir.

Her şeyden önce daha eskiden birçok tufanlar olduğu halde siz, bir tek kara tufanını hatırlıyorsunuz; sonra insanlar arasında görülen en güzel ve en iyi soyun sizin memleketinizde doğduğunu ve kendinizin, senin de, bugünkü devletinizin de, felaketten kurtulabilmiş bir tohum sayesinde o soydan geldiğinizi bilmiyorsunuz. Bilmiyorsunuz, çünkü felaketten kurtulabilenler, birçok nesiller boyunca, hiç bir yazı bırakamadan ölüp gittiler. Evet, Solon! Bir zamanlar suların sebep olduğu en büyük felaketlerden önce, bugün Atina adı verilen devlet, savaştan yana en yiğit her bakımdan ölçülemeyecek kadar da medeni bir devletti”

Gördüğünüz gibi Solon’un konuştuğu rahip, geçmişte yaşanan tufanları, meteor çarpmalarını, soğuk ve sıcağın insanları kaçırdığını, göçe zorladığını, bu toplu felaketlerden kimlerin kurtulduğunu, bu bilgilerin neden gelecek nesillere aktarılamadığını… vb. pek çok konuyu açıklıyordu. Rahibin anlatacakları bununla sınırlı değildi. Rahip o gün Solon’a eski bir medeniyetten bahsediyordu. Herakles Sütunlarının dibinde, yani Cebeli Tarık boğazını geçtikten sonra var olmuş olan bir ada devleti; Atlantis!

Rahip Solon’a bu adanın özelliklerini ayrıntılı bir şekilde anlatıyordu: sarayı, mimarisi, su kaynakları, ormanları, kanunları ve kuruluş mitolojisi. Rahibe göre ülke Tanrı Poseidon’un, toraktan olma Euenor’un (Adem?) tek kızı Kleito’ya aşık olup, O’nunla evlenip yerleşmesiyle kurulur. Adadakiler, Poseidon’un çocuklarıdır ve yarı tanrıdır. Poseidon’un ve kendi koydukları yasalara bağlı, barış içinde bir ülke inşa ederler. Fakat zamanla bu tanrılardan! Oluşan toplum, ölümlülerle karıştıkça, daha saldırgan bir ulusa dönüşür. Gel zaman git zaman, adanın dışına çıkıp tüm dünyayı tek bir devlet altında toplamak amacıyla istilalara girişirler. Derken Atina’ya kadar ulaşırlar. Rahip onların bu savaşını şöyle anlatır: “Bir taraftaki savaşçılar Atina'nın liderleri olarak kaydedilmiş, ve savasın dışında dövüşmüşler, öteki taraftaki savaşanlar ise Atlantis'in kralları tarafından kumanda edilmişti ki; bu ada (Atlantis) Libya'dan, Asya'ya kadar uzanıyor.

İşte Solon öğrendiği bu bilgileri yakın arkadaşı Dropides’e anlatır; O da oğlu Critias’a… Critias da torunu Critias’a… Derken Sokrates, Hermo Crates, Timaeus ve Critias’ın katıldığı bir sohbette konu olur ve bu sohbet Platon tarafından kaleme alınır. Böylece hikâyenin bir kısmı bize kadar ulaşır. Maalesef diyalogların tamamı günümüze kadar ulaşamamış; sohbet en heyecanlı yerinde son bulmuştur…

Bosna-Hersek
İnsan Sahra’nın döngüsünü de anladığında şu soruyu soruyor: acaba Atlantis denen yer, Cebelitarık’ın ilerisinde değil de dibindeki topraklarda olabilir miydi? Sahra yaşam sahasını daralttıkça, bu medeniyetin diğerlerine göre tanrısal sayılabilecek yetenek ve bilgilerine sahip halkı, kendilerine yeni koloniler, yeni yaşam alanları oluşturmak için bu bölgelere karşı saldırganlaşmış olabilirler miydi? Güneyde Mezopotamya, Kuzeyde Bosna-Hersek’e kadar uzanmış, gerçekten de Helenleri iki taraftan sıkıştırıp istilaya kalkışmışlar mıydı? Nitekim piramitlerin Avrupa’da görüldükleri, ulaştıkları son nokta Bosna-Hersek’ti…


Peki, bazı Afrika kabilelerinde rastlanılan inanılmaz mitoloji bu medeniyetin geride bıraktığı miras mıydı? Örneğin bugün bizlere gizemli gelen Dogon kabilesi inançları gibi. Dogonlar bugünkü Mali Cumhuriyetinde yaşayan, geri kalmış bir Afrika kabilesidir. Bu kabileyi gizemli yapan şey modern insanın ancak 20 y.y.’da, büyük teleskoplar sayesinde ancak görmeyi başarabildiği göksel cisimleri, binlerce yıldır, inanılmaz ayrıntılarıyla bilebiliyor olmalarıdır. Dogon mitolojisinde Sirius yıldızı önemli bir yer tutar. Onlar Sirius yıldızının etrafında dönen Potolo adında ikinci bir yıldız olduğunu, bu yıldızın elli yılda bir Sirius’un etrafındaki dönüşünü tamamladığını ve Potolo’nun dünyadaki her şeyden daha ağır bir maddeden oluştuğuna inanırlar. Garip olan şu ki; bahsettikleri yıldız, Sirius B yıldızıdır ve 1860 yılında Alvan Graham Clark tarafından teleskopla tespit edilebilmiştir. Yine modern insan Sirius B’nin bir “Cüce Yıldız” olduğunu 1920’lerde anlamıştır. Yani Sirius B’nin yoğunluğunun dünyadan kat be kat fazla olduğunu, o yüzden Sisirus B’nin dünyadaki her maddeden binlerce kat ağır olduğunu…


DOGON KABİLESİ GÜNCEL HALİ
Bugün Dogonlar gibi geri kalmış bir kabilenin,  bizi şaşırtan bu kozmoloji bilgisi, Afrika’yı terk etmeyip, zamanla ilkelleşen ya da zamanında bu medeniyetle aynı toprakları paylaşmış olmanın kültürel mirasını taşıyan bir topluluk olduklarından olabilir mi? Ya da şöyle soruyum; dünyanın pek çok bölgesine dağıtılmış gizemlerin aslında basit bir veya iki cevabı olabilir mi?

Cevabı ben de kesin olarak bilmiyorum: ama bildiğim şu ki; insanoğlunda kültür ve medeniyet oluşumu Sümerlerden çok daha önceki dönemlere rastlıyor....



                                                                                                                                                                        

0 yorum:

YAZARIN SON PAYLAŞIMI

Var olmak ve yazmak...

Kırk yaşındaydı. Yıllardan 610, aylardan Ramazan, gecelerden Kadir Gecesiydi. Daha sonradan bin aydan hayırlı olduğu söylenecek gece… ...