GEÇMİŞ ÜSTÜNE...

İnsanlık tarihine bir de bu gözle bakın!

İnsanlar son kez Sahra’ya sığınmadan önceki devirlerde ne kadar gelişmişler, ne kadar ilerlemişler bilemeyiz. Ama uzay üsleri inşa etme...


İnsanlar son kez Sahra’ya sığınmadan önceki devirlerde ne kadar gelişmişler, ne kadar ilerlemişler bilemeyiz. Ama uzay üsleri inşa etmedikleri de aşikâr; binalar yok olsa da temeller ulaşmalıydı günümüze… Anlaşılan insanlar en ciddi gelişme patlamasını son çıkışta yaşadı. Zaten bizi de en çok alakadar eden Sahra’dan son kaçış! Yapılan bilimsel çalışmalar Sahra’nın M.Ö. 4000’lerde artık yaşanmaz hale geldiğini gösteriyor. Muhtemelen bu tarihte artık orta kuzey Afrika’da bulunan, havzaları ve gölleri de kurumaya yüz tutmuştu.

Afrika kıtasındaki yoğun nüfus yavaş yavaş kendisine yeni yaşam alanları bulmak zorundaydı. Doğal olarak yoğun göçler başladı; Peki, nereye?



İlk akla gelen yer, Kuzeydoğu Afrika’nın vahası; Nil Deltasıydı! Bu bölge belki de bu dönemde en yoğun göçü alan bölge oldu. Bu bölgeyi transit geçenler, Mezopotamya’ya ve hatta daha da ilerilerine doğru yol alıyordu. Diğer bir kol, bugünkü Bab el-Mendeb Boğazından Arap Yarımadasının güneyine göçüyordu.  Bu göçler bölgede seyrek halde yaşayan, nispeten geri kalmış dağınık topluluklarla karşılaşıyor; sahip oldukları bilgi ve becerileri oralara götürüyorlardı. Orta Doğu birden kalabalık şehirlerle, metropollerle dolmaya başlıyordu. Nihayetinde bu yeni gelen nüfusun önderliğinde birden! Sümer kültürü ve ilk şehir devletleri ortaya çıktı. Nil Deltası’nda Antik Mısır yükselirken, Sahra insanları dünyanın dört bir yanına göçe devam etti.

Hayling Adası
Muhtemelen bu akım sınırlı sayıda da olsa Cebelitarık üstünden İspanya’ya oradan veya Tunus-Malta güzergâhından İtalya’ya geçiyordu. Nitekim İtalya’da yapılan araştırmalar, tarımın İtalya’ya yakın doğudan gelen göçlerle geldiğini gösteriyor. Hatta İtalya ve İspanya’da yeni yapılan keşifler, eski piramitler olabileceğinden şüphelenilen bazı doğal olmayan tepelerin olduğunu ortaya çıkardı. Bu noktada akla şu soru geliyor; acaba bu kaçış esnasında küçük bir grup da deniz yoluyla Orta Amerika’ya ulaşmış olabilir miydi? Beni bunu düşünmeye iten sebep, Orta Amerika ile Orta Doğu arasındaki şaşırtıcı benzerliklerden başka bir şey değil. Bu noktada akla “o dönem insanı gemi yapmayı biliyor muydu ki?” sorusunun geldiğini biliyorum. Ama İngiltere’de Portsmouth yakınlarındaki Hayling adasında, 6431 yaşında bir gemi batığı bulunabiliyorsa; denizcilik tarihini yeniden yazmamız gerekiyor.


Aslında bunları yeni yapılan çalışmaların ışığında mı öğreniyoruz; yoksa çok eski kaynakların anlattıkları yıllardır gözümüzün önündeydi de biz mi göremiyorduk? Nasıl mı?

Şöyle ki; Atinalı gezgin, şair ve yasamanın içinde bulunan Solon, M.Ö. 6. Yüzyılda Mısır’a gider. Orada Nil’in ikiye ayrıldığı çıkıntıda bulunan, Saitikos ülkesinin, en büyük şehri Sais’te, Atinalı olduğu için büyük bir ilgi görür ve Mısırlı bir gurup rahiple sohbet etme fırsatı yakalar. Atina gibi bilimin, edebiyatın ve felsefenin geliştiği bir bölgeden gelmenin ve bu bölgede belli bir bilgelik seviyesinde bulunmanın rahatlığıyla Solon, Mısırlı rahiplere tarih anlatmaya kalkar! Onlara biraz Helen mitolojisi anlatır ve kendince bu mitolojiyi bir tarih çizelgesine oturtarak, tarihin başlangıcını ortaya çıkarmaya çalışır. Tıpkı bizim yaptığımız gibi.
Solon Atinalılar için kanun yazdırırken!

Solon’un anlattıklarını sabırla dinledikten sonra orada bulunan yaşlı bir rahip söz alır. “Ah Solon” der; “Siz Helenler daha çocuksunuz! Sizin memleketinizde hiç ihtiyar yok… Çünkü kafanızda ne bir eski geleneğe dayanan, öteden beri edinilmiş fikir, ne de zamanla ağarmış bir bilginiz var. Bunun sebebi şudur;  insanlar birçok şekillerde yok edilmişler; daha da edileceklerdir. En büyük felâketler ateşle sudan gelmişti, ama bin türlü başka sebeplerle meydana gelen daha küçük felâketler de vardır.
Hakikat şudur ki; gökte dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazen yollarından şaşarlar, uzun aralıklarla meydana gelen bir tutuşma yeryüzündeki her şeyi mahveder. O zaman dağlarda, yüksek kuru yerlerde oturanlar, şehirlerde, deniz kenarında oturanlardan daha çok mahvolurlar.
Bunun aksine Tanrılar, bir tufanla dünyayı yıkadıkları zaman yalnız dağdaki sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizin şehirlerin ahalisini nehirler alıp denize sürüklüyor.
 Gerçek şudur ki; kendilerini kaçıracak kadar şiddetli bir soğuğu da yakıcı bir sıcağı da almayan bir yerde, her zaman az ya da çok insan vardır. Hem sizde olsun, bizde olsun;  yahut da adını duyduğumuz başka bir ilde olsun, güzel, büyük, yahut da başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey meydana gelmişse bütün bunlar, en eski çağlardan beri burada tapınaklarda duruyor, böylece de korunmuş oluyor. Sizde ve başka uluslarda tam tersi, daha yazmayı ve devletlere lazım olan her şeyi öğrenir öğrenmez, gökyüzünün suları belirli bir zamandan sonra bir hastalık gibi sağanak halinde üzerinize yağıyor, içinizden okuyup yazması olmayanlarla cahillerden başkasının kurtulmasına meydan bırakmıyor; o kadar ki toy çocuklar gibi kendinizi yeniden, hareket ettiğiniz yolun başında buluyor, eski zamanlarda, burada, kendi memleketinizde olup bitenlerden hiç bir şey bilmiyorsunuz. çünkü Solon! Yurttaşlarının biraz önce saydığın soyu sopu, sütnine masallarından pek farklı değildir.

Her şeyden önce daha eskiden birçok tufanlar olduğu halde siz, bir tek kara tufanını hatırlıyorsunuz; sonra insanlar arasında görülen en güzel ve en iyi soyun sizin memleketinizde doğduğunu ve kendinizin, senin de, bugünkü devletinizin de, felaketten kurtulabilmiş bir tohum sayesinde o soydan geldiğinizi bilmiyorsunuz. Bilmiyorsunuz, çünkü felaketten kurtulabilenler, birçok nesiller boyunca, hiç bir yazı bırakamadan ölüp gittiler. Evet, Solon! Bir zamanlar suların sebep olduğu en büyük felaketlerden önce, bugün Atina adı verilen devlet, savaştan yana en yiğit her bakımdan ölçülemeyecek kadar da medeni bir devletti”

Gördüğünüz gibi Solon’un konuştuğu rahip, geçmişte yaşanan tufanları, meteor çarpmalarını, soğuk ve sıcağın insanları kaçırdığını, göçe zorladığını, bu toplu felaketlerden kimlerin kurtulduğunu, bu bilgilerin neden gelecek nesillere aktarılamadığını… vb. pek çok konuyu açıklıyordu. Rahibin anlatacakları bununla sınırlı değildi. Rahip o gün Solon’a eski bir medeniyetten bahsediyordu. Herakles Sütunlarının dibinde, yani Cebeli Tarık boğazını geçtikten sonra var olmuş olan bir ada devleti; Atlantis!

Rahip Solon’a bu adanın özelliklerini ayrıntılı bir şekilde anlatıyordu: sarayı, mimarisi, su kaynakları, ormanları, kanunları ve kuruluş mitolojisi. Rahibe göre ülke Tanrı Poseidon’un, toraktan olma Euenor’un (Adem?) tek kızı Kleito’ya aşık olup, O’nunla evlenip yerleşmesiyle kurulur. Adadakiler, Poseidon’un çocuklarıdır ve yarı tanrıdır. Poseidon’un ve kendi koydukları yasalara bağlı, barış içinde bir ülke inşa ederler. Fakat zamanla bu tanrılardan! Oluşan toplum, ölümlülerle karıştıkça, daha saldırgan bir ulusa dönüşür. Gel zaman git zaman, adanın dışına çıkıp tüm dünyayı tek bir devlet altında toplamak amacıyla istilalara girişirler. Derken Atina’ya kadar ulaşırlar. Rahip onların bu savaşını şöyle anlatır: “Bir taraftaki savaşçılar Atina'nın liderleri olarak kaydedilmiş, ve savasın dışında dövüşmüşler, öteki taraftaki savaşanlar ise Atlantis'in kralları tarafından kumanda edilmişti ki; bu ada (Atlantis) Libya'dan, Asya'ya kadar uzanıyor.

İşte Solon öğrendiği bu bilgileri yakın arkadaşı Dropides’e anlatır; O da oğlu Critias’a… Critias da torunu Critias’a… Derken Sokrates, Hermo Crates, Timaeus ve Critias’ın katıldığı bir sohbette konu olur ve bu sohbet Platon tarafından kaleme alınır. Böylece hikâyenin bir kısmı bize kadar ulaşır. Maalesef diyalogların tamamı günümüze kadar ulaşamamış; sohbet en heyecanlı yerinde son bulmuştur…

Bosna-Hersek
İnsan Sahra’nın döngüsünü de anladığında şu soruyu soruyor: acaba Atlantis denen yer, Cebelitarık’ın ilerisinde değil de dibindeki topraklarda olabilir miydi? Sahra yaşam sahasını daralttıkça, bu medeniyetin diğerlerine göre tanrısal sayılabilecek yetenek ve bilgilerine sahip halkı, kendilerine yeni koloniler, yeni yaşam alanları oluşturmak için bu bölgelere karşı saldırganlaşmış olabilirler miydi? Güneyde Mezopotamya, Kuzeyde Bosna-Hersek’e kadar uzanmış, gerçekten de Helenleri iki taraftan sıkıştırıp istilaya kalkışmışlar mıydı? Nitekim piramitlerin Avrupa’da görüldükleri, ulaştıkları son nokta Bosna-Hersek’ti…


Peki, bazı Afrika kabilelerinde rastlanılan inanılmaz mitoloji bu medeniyetin geride bıraktığı miras mıydı? Örneğin bugün bizlere gizemli gelen Dogon kabilesi inançları gibi. Dogonlar bugünkü Mali Cumhuriyetinde yaşayan, geri kalmış bir Afrika kabilesidir. Bu kabileyi gizemli yapan şey modern insanın ancak 20 y.y.’da, büyük teleskoplar sayesinde ancak görmeyi başarabildiği göksel cisimleri, binlerce yıldır, inanılmaz ayrıntılarıyla bilebiliyor olmalarıdır. Dogon mitolojisinde Sirius yıldızı önemli bir yer tutar. Onlar Sirius yıldızının etrafında dönen Potolo adında ikinci bir yıldız olduğunu, bu yıldızın elli yılda bir Sirius’un etrafındaki dönüşünü tamamladığını ve Potolo’nun dünyadaki her şeyden daha ağır bir maddeden oluştuğuna inanırlar. Garip olan şu ki; bahsettikleri yıldız, Sirius B yıldızıdır ve 1860 yılında Alvan Graham Clark tarafından teleskopla tespit edilebilmiştir. Yine modern insan Sirius B’nin bir “Cüce Yıldız” olduğunu 1920’lerde anlamıştır. Yani Sirius B’nin yoğunluğunun dünyadan kat be kat fazla olduğunu, o yüzden Sisirus B’nin dünyadaki her maddeden binlerce kat ağır olduğunu…


DOGON KABİLESİ GÜNCEL HALİ
Bugün Dogonlar gibi geri kalmış bir kabilenin,  bizi şaşırtan bu kozmoloji bilgisi, Afrika’yı terk etmeyip, zamanla ilkelleşen ya da zamanında bu medeniyetle aynı toprakları paylaşmış olmanın kültürel mirasını taşıyan bir topluluk olduklarından olabilir mi? Ya da şöyle soruyum; dünyanın pek çok bölgesine dağıtılmış gizemlerin aslında basit bir veya iki cevabı olabilir mi?

Cevabı ben de kesin olarak bilmiyorum: ama bildiğim şu ki; insanoğlunda kültür ve medeniyet oluşumu Sümerlerden çok daha önceki dönemlere rastlıyor....



                                                                                                                                                                        

Solon’un Anlantis ile ilgili anlattıklarında hep merak ettiğim nokta şu; Mısır'lı rahibin Solon'a söylediği "Liby...


Solon’un Anlantis ile ilgili anlattıklarında hep merak ettiğim nokta şu; Mısır'lı rahibin Solon'a söylediği "Libya'dan Asya'ya kadar" sözü, batan Atlantis adasının büyüklüğünü izah etmek için verilmiş rastgele bir örnek miydi? Yoksa Rahip gerçekten Libya’dan Asya’ya kadar uzanan bir devletten mi bahsediyordu? Eğer böyleyse bu büyük imparatorluğun merkezi Libya; yani Sahra çölü müydü? Benim şahsi düşüncem; doğrusunun ikinci cevap olduğunu kabul etmek yönünde. Sanki Mısır’lı rahiple konuşurken bir çeviri hatası olmuş, ya da olay bir sonraki Critias nesline aktarılırken biraz değişmiş gibi... Çünkü tüm bu coğrafyada bir dönem, ortak bir kültürün hükmettiğinin pek çok delili var. Bunların en önemlileri piramitler olsa da; inanç sisteminin de ortak bir kökü işaret ettiği bir gerçek. Ayrıca bu ortak inanç sistemleri,  hem Antik Mısır'ı, hem bu coğrafyalar arasındaki ortaklığı, hem de "Kuran'ın Sümer'de bir kökeni var mı?" ve "her şey Sümer'de mi başladı?" sorularını cevaplıyor.

Eski insan ve inanç sitemi diyince aşağı yukarı bu konularla ilgili herkesin aklına doğrudan ve tereddütsüz “Şamanizm” gelir. “Şamanizm” ismini ilk duyduğum günden beri bu inanç sistemi hakkında söylenenlerde, yapılan tanımlarda, açıklamalarda hep beni tatmin etmeyen, hep eksik kaldığını düşündüğüm bir şeyler hissetmişimdir. Öncelikle öğretim hayatımız boyunca duyduğumuz; “Şamanizm Eski Türklere özgü bir inançtır!” sözü tamamen hayal ürünüdür. Bugün Amerika Kıtası’ndan Orta Asya’ya, Sibirya’dan Afrika’ya, Antik Mısır’a Anadolu’ya kadar pek çok coğrafyada ve millette, ya halen ya da en azından bir dönem benimsenmiş bir inançtır.

Şamanizm’in bir bütün olduğu gerçeğini fark etmeden, her millet kendi tarihi içerisinde ele aldığı için, resmin bütününü kaçırıyoruz. Oysa Şamanizm’in yayıldığı coğrafyaya bakarsanız, İslam ve Hıristiyanlık gibi büyük dinlerle rekabet ettiğini ve Yahudilikten bile daha yaşlı bir inanç sistemi olduğunu görürsünüz.

Eski insanların bu, kadim inancının, o devirlerde bu kadar yaygınlaşması, bu kadar zamandan sonra, hala ayakta kalması, gerçekten inanılmaz. Düşünsenize; sosyal medyanın olmadığı, televizyonun olmadığı, internetin olmadığı, basın yayın teknolojisinin veya motorlu araçların olmadığı devirlerde böyle bir yayılma nasıl izah edilebilir ki? Bahsettiğim şey yazının icadı, tekerleğin bulunması veya atın evcilleştirilmesi gibi bir şey değil! Bu nedenle ticari irtibat, seyyahların bilgi atarımı, kültürel etkileşim gibi sosyal etkileşimlerle açıklanamaz. Çünkü bu bir teknoloji veya ilerleme değil; bu bir inanç, bu bir din! Bu kadar yayılması etkileşimle açıklanamaz. Önümüzde pek çok etkileşim örneği var. Örneğin Osmanlı devleti asırlarca Balkanlara hükmetti; Müslüman ve Hıristiyanlar öyle uzaktan, kısmi etkileşimi bir kenara bırakın, aynı mahallelerde, aynı sokaklarda, aynı devletin vatandaşı olarak yaşadılar; sonuç? Bu iki büyük din, diğerlerini etkileşimle içine çekmeyi başaramazken, Şamanizm bunu nasıl başarmıştı? Bu arada şunu da belirteyim; Şamanizm diyince aklımıza sadece, ekstaze durumda davul çalarak dans eden, şifacı görevi gören, modern bilim adamlarına göre “Afrika Histerisi” hastası, Şamanlar gelmesin. Şamanizm, aslında bizim Paganizm olarak gördüğümüz şeyin temeli, kendine has bir evren görüşü olan bir inanç sistemidir.

Evet; Hıristiyanlık tüm Avrupa kıtasına yayıldı; Çünkü arkasında Roma Devleti vardı. Baskın siyasi otorite hükmettiği bölgelere bu görüşü empoze etmişti. İslam’ın arkasında da aynı şekilde Türkler vardı. Asırlarca İslam’ın vurucu gücü oldular. Bu İslam’ın çökmesine, unutulmasına, tarih sahnesinden silinmesine engel olmuş, yayılmasına vesile olmuştu. Peki, Şamanizm’in arkasında hiç böyle bir siyasi otorite bulunmuş muydu? Evet! Bir önceki yazıda da anlattığım gibi Antik Mısır ve piramitler buna en iyi örnekti. Hatta belki de; Solon bize hikâyeyi yanlış aktarıyordu? Mısırlı rahibin o gün Solon’a anlattığı yer bir ada değil, Libya’dan Asya’ya kadar uzanan bir devletti. Eğer bu devletin dini de Şamanizm ise bize pek çok şeyi açıklamaya yeter. Eğer bu böyle değilse bile kesin olan bence şudur; Şamanizm, veya ondan türeyen Paganizm Sümer'de başlamaz! Çünkü, Sümer tarihi de, Sümerlerin etki alanları da bellidir; Şamanizm bu etki alanının dışındaki coğrafyalarda da görülür. O zaman o coğrafyaların da, Sümerlerin de beslendiği daha erken bir kaynak olduğu açıktır.

Peki, bir inancın bu kadar geniş bir sahada benimsenmesi için, sadece emperyal bir otoritenin baskısı yeterli midir? Hayır! Bu sadece Şamanizm’in bu kadar geniş bir coğrafyada adını nasıl duyurduğunu açıklar. Bu kadar çok topluluğun Şamanizm’i sadece kendine özgü olduğunu düşünebilecek kadar benimsemesini açıklamaya bu yetmez.

Bence burada yapılabilecek en mantıklı açıklama Şamanizm’in tanımını doğru yapmakta yatıyor olabilir: Şamanizm en kısa tanımıyla; “Basit”tir! İşte bu kadar basit… Belirli ve ağır bir kurallar manzumesi yoktu. İnsanlara “ibadet” gibi ağır yükler yüklemiyordu. Tabii ki, kendi içerisinde bazı kuralları vardı ama diğer inanç sistemlerine göre takip etmesi en kolay olandı.

İnsanların kafalarını yormaları gerekmiyordu. Dünya üzerine yayıldığı, o en coşkulu zamanlarında, adeta, doğanın bir parçası olarak yaşayan eski insanın yaşantısını kutsuyordu. Doğayı ön plana alıyordu. İnsanlara ağır felsefeler sunmuyordu; sadece kendi gözleriyle gördükleri evren hakkında, mistik bir açıklama getiriyordu. İnsanlara o ana kadar bilmedikleri bir şeyi öğretmeye çalışmıyordu. Bildikleri, gözleriyle gördükleri ve yaşantılarıyla deneyimledikleri şeylere bir açıklama getiriyordu o kadar!

Kâinat eski insanın gözünde doğal olarak üç bölümden oluşuyordu. Kafasını kaldırıp baktığında gördüğü ulaşılamaz, büyük ve muhteşem “Gökyüzü”; gerçek hayatını geçirdiği, gerçeklerle yüzleştiği ve içinde yaşadığı “Yeryüzü” ve ölülerini gömdüğü, öldüğünde kaçınılmaz olarak gideceği, kazdıkça sonu gelmeyen ve bu nedenle sonsuza uzandığı hissi oluşturan toprağın altı, yani; “Yer Altı”… İnsanoğlu bunları zaten biliyordu! Böyle bir evren tanımı, eski insan için kolay kabullenilebilir bir iddia, hatta tartışılmaz bir gerçekti. Tıpkı dört element Ateş, Hava, Su ve Toprak gibi… O anki evren bilgisi ile başka ne olabilirdi ki?... İşte Şamanizm ileri sürdüğü, “Üçlü Evren” fikri bu yüzden, o devir insanında kolayca teveccüh görüyordu. Çünkü Şamanizm’in bu üç katmanda da neler olduğu hakkında iddiaları vardı.

Üçlü Evren algısı: Gökyüzü, Yeryüzü ve Yeraltı!

Şamanizm’de Gökyüzü semavi idi. Kutsaldı. Bizdeki “Cennet” anlayışına tekabül ediyordu. Eski Türkler o yüzden Cennet’e “uçmak” diyordu. Tanrıların mekânıydı. Tanrıdan kast ettikleri ise bizim anladığımız “Yaratıcı” figürü değil, ölmüş büyük liderleri, kahramanlık göstermiş ataları, yaşantılarıyla toplumda iz bırakmış büyük adamlar, eski bilgeleri gibi ölmüş atalarıydı. Bugün “Atalar Kültü” olarak adlandırdığımız bu yaklaşım, yaratıcı olmayan ama normal bir insan gibi basit de görülemeyen, yarı tanrı-yarı insan ataların, zamanla önce efsaneleşmesi, sonra mitolojikleşmesi ve en sonunda Tanrılaşmasıyla oluşan bir kavramdı. Ayrıca gökyüzünde yaşayan bu atalar ya gökteki yıldızlarda ikamet ederdi; ya da Firavunların güneşe dönüşmesi gibi, öldükten sonra göksel cisimlere dönüşürlerdi. Bu yüzden gökyüzünü takip etmek, astrolojiyi; ya da doğudaki tabiriyle İlm-i Nücum’u bilmek önemliydi. Çünkü bu yıldızların değil, Tanrıların hareketleriydi. O yüzden bir anlamı olmalıydı.

Ayrıca bugün semavi dinler tarafından; Yaratıcı tarafından, belirli bir işi yürütmek amacıyla görevlendirilmiş, o amaç için yaratılmış Meleklerin görevleri bu Tanrılara atfediliyordu. Yani bu Tanrıların gücü ve kapasitesi genelde bizdeki Meleklerin güç ve kapasiteleriyle aynıydı. Tanrı asla bizdeki “Yaratıcı” figürü değildi.  Çok tanrılı bu inançlarda, diğer tanrıların dışında, bir yaratıcı güç bulunsa da genelde zamanla ilgi çekiciliğini kaybetmiş, geriye sadece adı kalmış, ya da tamamen mitolojiden silinip gitmiştir.

Yaşadığımız evren ise açıklamaya gerek olmayan yerdi: her gün deneyimlediğimiz bölge! Burada Yer-Sub’lar (Cinler) gibi metafizik varlıkların olduğuna inanılsa da esas olan, doğayla iç içe yaşayabilmek, doğayı anlayabilmek, doğanın bir parçası olabilmekti. Doğanın bir parçası olabilmek, ekinokslara, gündönümlerine ayak uydurabilmek zaten o devir insanı için hayati bir meseleydi. Bu çarkın dışında kalırsa doğanın kendisine neler yapacağının farkındaydı.

Yeraltı ise nispeten semavi dinlerin “cehennem” inancıyla örtüşüyordu. Ölümü, ölüler diyarını, öldükten sonra semaya yükselemeyenlerin mekânını temsil ediyordu. Eski Türklerin “Kara Yer” dediği bu yer, ölen insanın yaşantısının karşılığını bulacağı, sınava gireceği yerdi. Bu sınavı geçerse göğe yükselir, geçemezse ebediyen burada kalırdı. Bu yüzden Antik Mısır’ın Ölüler Kitabı’nda olsun, Tibet Ölüler Kitabı’nda olsun, ölümle ilgili her yerde bu sınavın nasıl geçileceği hakkında bilgiler veriliyordu. Zaten ölülerini toprak altına gömen insanlar için bu kolay kabullenilebilecek bir tanımdı.

Şamanizm’in insanlara sunduğu bir diğer promosyon da, Tanrıların isim ve mitolojilerini seçebilme özgürlüğüydü. Sistemi alıp kendi kültürünüzle, yoğurabiliyor, ortaya aynı inanç sisteminin size has bir versiyonunu koyabiliyordunuz. Ya da Şamanizm’i ilk empoze eden devlet o kadar geride kalmıştı ki; bu millileştirme hareketi, zamanla birbirinden kopan toplumlar için doğal bir sürece dönüşmüştü. Örneğin Türkler için Yeraltı Dünyasının Tanrısı ataları “Erlik Han” iken, Yunanlar için “Hades”, Antik Mısır’da “Osiris”ti.


Bu üçlü dünya görüşü, inananların sembollerine de yansıyordu. Şaman davullarına, kıyafetlerine…vb. 
Şaman Davulundaki Üçlü Evren Sembolizmi.

Şamani kozmoloji algısını piramitleriyle abideleştiren Eski Mısır, üçlü evren algısını da “Ankh” figürüyle sembolize ediyordu.

Mısır Ölüler Kitabı'ndan...
Üçlü Evren

Evreni üçe bölen ANKH!
ANKH

“Ankh!” bu üç evreni birbirinden ayıran, üç evrene de temas eden, üç evrenin iletişim; kesişim noktasıydı. Bu figürü elinde tutan, üç evrenin de anahtarına sahip olan, üç evrenle de temas kurabilen kişiydi. Bir nevi bu üç evrenin arasındaki bağlantı, mesaj taşıyıcı, peygamberdi. Dinsel gücü vardı. Bu nedenle yönetsel yetkiye sahipti. Çünkü, yukarıdakilerin isteklerini ve aşağıdakilerin bilgeliğini o biliyordu. Bu yüzden Firavunlar, ellerinde Ankh figürüyle resmediliyor, tabutlarında bile onların Ankh’a sahip oldukları belirtiliyordu.



Bu güç onlara çoğu zaman tanrılar tarafından sunulan bir ayrıcalıktı.


Ankh sadece Antik Mısır’da görülen bir sembol de değildi. Şamanizm’in yaşandığı coğrafyalarda sık görülen bir semboldü. Örneğin aşağıdaki resim Oğuzların Eymür Boyu’nun tamgasıdır:
Eymür Boyu'nun tamgası
Üçlü Evren algısının sembolü olan Ankh, aynı algıya sahip olan Hititlere, dolayısıyla da Anadolu’ya Çivi Heykelleri olarak girmiştir.
Sağdaki resim: Antik dönemden kalma koruma amaçlı büyü.
Hitit Çivi Heykelcikleri
Bizans Haçları

Katolik kilisesinden bir gravür!

Kısaca Sümerler, Şamanizm’in bel kemiği üçlü evren algısının mucidi değildirler. Onlar sadece kendilerinden önceki dönemlerden beridir gelen bir inancın, kendi versiyonlarını oluşturdular. Fakat bu inanç onlarda da kalmadı; onlardan da başka milletlere geçti ve o milletler de tıpkı Sümerlerin yaptığı gibi bu inancı, revize edip millileştirdiler. Hatta bana kalırsa Hristiyanlıktaki “üçleme” ve “haç” figürü de bu etkinin bir sonucudur. Peki, İslam’da neler bu üçlü evren fikrinin sonucudur? Eğer İslam dinlerin ortaya çıkışıyla evrilmesinde bir basamaksa, neden önceki basamakların temel prensiplerini barındırmıyor?


Teoride Kuran’ın Sümerlerde bir kökü olduğunu kabul edersek şu soru ortaya çıkmaz mı; Peki neden İslam’da böyle bir sembolizm yok? Ya da İslam’ın kozmolojisiyle Sümer kozmolojisi neden taban tabana zıt? İnancın detaylarını kopyaladıysa eğer Hz. Muhammed, neden ana esaslarını kopyalamadı? Binlerce yıldır kâinatı böyle algılamış bir coğrafyada, yeni dinini böyle kurgulaması, başarıya giden yolda, O’nun için çok daha rahat olmaz mıydı? 

İnsanın maddi bedeninin en, boy, yükseklik gibi onu tanımlamaya yarayan boyutları olduğu gibi, iç dünyasının; yani onu insan yapan şeyle...


İnsanın maddi bedeninin en, boy, yükseklik gibi onu tanımlamaya yarayan boyutları olduğu gibi, iç dünyasının; yani onu insan yapan şeylerin de boyutları vardır. O boyutları doğru tanımlamadan insan denen varlığı anlayamayız. Çünkü insan sadece bir madde değildir. Belki her su 100 derecede kaynar ama her insan aynı etkiye aynı tepkiyle karşılık vermez. Bu nedenle bir insanı, bir toplumu anlamak için önce onları tanımlamak ve boyutlarını iyi anlamak gerekir. Bir toplum için pek çok boyut sayılabilirse de yaşadığı zaman, içinde bulunduğu kültür, etkileşim içinde olduğu kültür ve yaşadığı coğrafya ve iklim temel boyutlarıdır. Toplumlar bunlara göre ele alınmalıdır. Bizim konumuz da Sümer öncesi, Sahra dönemi ve hemen sonrası toplumu olduğu için önce o dönem insanını zihnimizde boyutlandırmalıyız, kimdi bu insanlar?

Bu insanlar evlerinde televizyon veya internet olmayan, akşamlarını bunların karşısında değil gecenin karanlığında gökyüzünü seyrederek geçiren, elektrik kullanmayan, aydınlanma olarak ateşi kullanan, gündüzü aydınlık geceyi ise karanlık olarak yaşayan, apartmanlarda oturmayan, asfalt sokaklarda veya parke yollarda yürümeyen, henüz doğayı refüjlere, balıkları akvaryumlara hapsedememiş, hayvanları kafeslerdeki veya doğal parklardaki otantik oyuncaklar olarak görmeyen, dünyayı onlarla paylaşan, paylaşmak zorunda kalan, zor iklim koşullarına boyun eğen, bu yüzden doğaya karşı korkuyla karışık bir saygı besleyen, doğanın ne yapacağını tahmin etmenin hayatta kalmakla eş sayıldığı bir dönemde sürekli doğayı gözleyen, kayısı kadar, kelebek kadar, çam ağacı kadar, ay kadar, aslanlar kadar doğanın birer parçası olan insanlardı. İnsan doğaya çok daha sonra ihanet etti.


İşte insan içinde yaşadığı kâinatı böyle bir dönemde gözlemledi ve gözlemleyebildiği kadar da yorumladı. Yukarıda gündüz masmavi bir gökyüzü görünüyordu. Güneşle ortaya çıkan bu uçsuz mavilik, bulutların haricinde, neredeyse hiçbir detay taşımıyordu. Güneş, kendisinden başka hiçbir şeyin dikkat çekmesine izin vermeyecek kadar dominanttı. Bu yüzden gökyüzünde gerçekte ne olduğu ancak güneşin yerini karanlığa bıraktığı saatlerde netleşiyordu. Simsiyah bir gökyüzünün ortasında binlerce yıldız… Ömründe bir defa kampa gitmiş, ya da şehrin ışıkları olmayan kapkaranlık bir yerde, gökyüzünü seyretme fırsatı yakalamış herkes bilir ki; hiçbir Hollywood sahnesi bu ihtişamı size yaşatamaz. İşte o devir insanı için evren böyle bir yerdir. Yukarıda gök, altta yer, onun da altında ölülerin gömülü olduğu, derinlere kazdıkça dibi gelmeyen, toprak yığını…



İşte insan bu kadarlık bir gözlemle kâinatı tanımlamaya çalışır. Çünkü bulunduğu ortamı tanımlamak ve yaşantısının anlamını aramak insani bir reflekstir. Şimdi o dönem insanının yerine kendinizi koyun! Kafanızı yukarı kaldırdığınızda, üstünüzde bir tavan gibi duran gökyüzünün çok uzak olduğunu görüyorsunuz. Oysa ufka doğru baktığınızda gökyüzü ve yeryüzü birleşiyor? İşte bu manzara insanların gökyüzünün bir çadır gibi olduğunu düşünmesine neden oldu.

Zamanla insanlar gökyüzüne baktıkça gökyüzünün sabit olmadığını fark etti; gökyüzü dönüyordu! O zaman bunun dönen bir dondurma külahı gibi olduğunu anladılar! Külahın içine, derinliklerine doğru bakıyorlardı. Peki, bu külah neyin etrafında dönüyordu? Veya en tepe noktası neresiydi? Dönen bir nesnenin merkezi neresidir? Dönmeyen, ya da kendi etrafında döndüğü için döndüğü fark edilmeyen yeri, merkezi… Peki, gökyüzünde sabit tek yıldız hangisiydi? Tabii ki; Kutup Yıldızı… O zaman bu çadırın en tepe noktası da, merkezi de orası olmalıydı. Doğu, batı, kuzey ve güney yönlerinde yerküreye basan bu devasa çadırın temelleri kare şeklindeydi.

O zaman gökyüzü, Kutup Yıldızına asılı bir çadır gibi dünyayı örtüyordu. O yüzden örneğin Türkler, Kutup Yıldızına “Altın Kazık” veya “Demir Kazık” hatta “Demir Direk” diyordu. Demir sağlamlığı ifade ederken, altın Kutup yıldızının sarımsı rengine atıfta bulunuyordu. Çin astrolojisinde ise “Gök Hükümdarı” denen göksel tanrı, Kutup Yıldızında oturuyordu. Kutup Yıldızı’nın etrafındaki Büyük Ayı Takım Yıldızı ise hükümdarın ailesi veya yardımcılarına benzetiliyordu. Eski Türkler, Büyük Ayı Takım Yıldızı’na “Yitiken”; yani “Yedi Hanlar” diyordu. Örnekleri çoğaltmak gerekirse Kutup Yıldızı’na Samoyedler “Göğün Çivisi”, Çukçiler, Koryaklar, Laponlar,  Finliler ve Estonyalılar “Çivi Yıldızı”, Moğollar, Buryatlar, Kalmuklar “Altın direk”, Kırgızlar, Başkurtlar ve Sibiryalılar “Demir Direk”, Teleütler ve diğerleri ise “Güneş Direği” diyorlardı. Eskimolara göre “Göğün Direği”, çadırlarını havada tutan direğin birebir aynısıydı. Kutup Yıldızını çadırlarını taşıyan direkle birebir aynı gören sadece onlar mıydı? Hayır! Kısaca sayarsak; Soyotlarda, Altay tatarlarında, Buryatlarda, Arktika ve Kuzey Amerika’da, Samoyed ve Ainularda, Maidu, Doğu Pomo ve Patwin gibi Orta Kaliforniya kabilelerinde, Algonkinlerde, Yakutlarda ve Orta Asya şamanizminde… Örnekleri dünyanın dört bir ucuna yaymak mümkün ama gereksiz! Hepsinin noktaları şu; Kutup Yıldızı, gökyüzünü taşıyan direkti ve Tanrı orada ikamet eder; bizleri oradan seyrederdi.

İşte bu inanışa bugün “Şamanizm”, diyoruz. Tarih öncesi insanın ilk kâinat tasviri… Peki, bu göksel çadırın şekli neydi? Doğru, batı, kuzey ve güney yönlerinde, yer kabuğuna basan bir karenin üzerinde tek bir noktaya uzanan çadır: Yani PİRAMİT… Kâinatın şekli! Evren tabanı dünyada kurulmuş, Kutup Yıldızı’na uzanan bir piramitti… Eski insan bu piramide “Kutsal Dağ” diyordu.


Nitekim Antik Mısır, piramit inşasına başlamadan çok önce bu kutsal dağ sembolize edilmeye başlanmıştı bile. 1980’lerde Ekvator ormanlarında, yeraltı tünel sistemlerinde bulunan ve yaşları bundan 6.000 yıl önceye dayanan La Mana, eserleri bize piramit sembolizminin, göksel dağ üstünde bizi seyreden tanrı inancının en az o günlere kadar uzandığını gösteriyor. Hem de çok dikkat çekici yapım tekniği ve altında bulunan ve anlamı henüz kesin bilinmeyen, yazının bulunmasından önce yazılmış! harflerle…
La Mana piramidi
Piramidin Altındaki yazı

İşte Firavun Kufu piramidini bu amaçla, bu inançla inşa ettiriyordu. Kâinatın öyle bir maketini yapıyordu ki, o dönemde neredeyse “küçük kutsal dağları ben yarattım!” diyordu. Yapmaya çalıştığı, Şamanizm’i kurumsal bir hale getirip, Nil deltasına bir ŞAMAN KÂBESİ inşa etmekti. Bu yolla, dünya Şamanlarının küçük dillerini yutacakları bir evren minyatürü inşa edip, bölgeyi bir dini merkeze çevirmişlerdi. Bu bir güç gösterisi ve tanrısallaşma yoluydu. Diğer taraftan piramitler, Sahra insanının dağıldıkları yerlerdeki imzalarıydı.

Diğer taraftan Kufu, bu piramidi inşa işini hiyerogliflerde ismi “Hemiunu” veya “Hemon” diye okunan vezirine veriyordu. Bu arada sakın onun okunuşu “Haman” olmasın?

Mu’min Suresi: 36. Ayet: “Ve firavun şöyle dedi: "Ey Haman! Benim için yüksek bir kule inşa et. Umulur ki böylece sebeplere (hedeflere) ulaşırım.”

Kim bilir; belki de Şamanizm'in din adamları; yani "Şaman"ların veya "Kaman"ların isimleri, bu inancın en büyük mabedini inşa eden bu kişiden geliyordur?

Önce şu konuyu bir irdeleyelim; tarih Sümer’de mi başlar? Cevap kesinlikle hayır! RESİM-1 Özellikle Afrika’da yapılan kazılar i...


Önce şu konuyu bir irdeleyelim; tarih Sümer’de mi başlar? Cevap kesinlikle hayır!

RESİM-1
Özellikle Afrika’da yapılan kazılar insan neslinin yeryüzündeki yaşamının 300.000 yıldan çok daha eski olduğunu gösteriyor. Nitekim yakın zamanda Fas’ta yapılan kazılarda 300.000 yıllık insan fosili bulundu (resim-1). Bunun dışında da eski insandan kalan bazı materyalleri görmek mümkün; örneğin resim-2’deki ayak izleri! Bu ayak izleri Bournemouth Üniversitesi’ndeki araştırmacılarından, tarafından, Mary Leaky tarafından 1976’da Tanzanya’nın Laetoli bölgesinde bulundu. Ayak izlerinin 3.6 milyon yıllık olduğu düşünülüyor.


RESİM-2
3.600.000 yıl! Yine uzatmadan son bir örnekle keseyim resim-3’te gördüğünüz fosilin adı “KNM-WT 15000” ya da daha akılda kalıcı ismiyle “Turkana Çocuğu! ” Yapılan araştırmalar bu iskeletin 12 yaşında bir çocuğa ait olduğunu göstermiştir. fosili evrimci Donald Johanson’ın “Vücut şekli ve uzuvlarının oranları bugünkü Ekvator Afrikalıları'nınkiyle aynıydı.” Dediği bu çocuğun yaşı kaç biliyor musunuz? 1.6 milyon yıl…[1]


RESİM-3
Şimdi bunları kabul etmek kimin işine gelir? Evrimcilerin mi? Hayır… Bu teoriyi sarsar. Yahudilik, Hıristiyanlık ya da altta kalmayıp onlardan hurafe toplayan Değişmiş İslam için? Hz. Adem’den kaç sene öncesine tekabül ediyor?...

Şimdi bir aklınızda canlandırmaya çalışın; hadi diyelim her şey hatalı; geçelim öyle 3.6 milyon yılı falan diyelim ki; Hz. Âdem (s.a.v.) bir milyon yaşında… Bu tarih cetvelinde Sümerlerden bugüne kadar geçen süre ne kadarlık bir yer kaplar? Bir nokta koysak, ancak denk gelir. Demir şerit metrelerden birini elimizde tutuğumuzu düşünün. İşte Sümerlerden bugüne kadar geçen süre o metredeki 5 milimetreye denk gelir! Tarih gerçekten Sümer’de başlıyor değil mi? O yüzden her şeyin kaynağının Sümerler olduğunu düşünmek çok normal!
Ama yeri gelmişken şunu da söyleyeyim; bu noktada bir açık daha var. Bu kadar uzun süren insanlık serüveninde, neden semavi dinlerin başlangıcı son 5 bin sene? Yani aşağı yukarı Sümerlerle aynı zaman? Neden Tanrı semavi dinler için bu kadar beklesin ki? İşte burası kafa karıştırıcı… Tabii ki, inanmış bir Müslüman olarak ben de bu noktada inancımı haklı çıkarmak için ortaya tezler süreceğim, inanası olmayan da tezleri kabul etmeyecek. İnanç tartışılmayacak! Fakat benim bu noktaya bulduğum cevaplar benim inanç tarzımı etkileyecek. Diğer taraftan kesin olan şu ki; tarih Sümer’de falan başlamıyor, hatta Sümer tarih piyesinin, son perdesinin, ilk sahnesi…

Peki, bunca zaman ne oldu? Neler yaşandı? İnsanoğlu hiç mi gelişemedi? Hiç mi yazamadı? Okuma yazma bilmeyen, küçük yaştaki bir çocukla pikniğe gitseniz onun bile yere bir şeyler çizdiğini, o çizgilerle bir şeyler anlattığını görürsünüz annesi, babası, evi, güneş… Tıpkı taih öncesi devirlerden kalma duvar resimleri gibi. Peki, insanlar dokuz yüz doksan beş bin sene, altı yaşındaki bir kız çocuğunun zekâsıyla mı yaşadılar? Tamam; uçakla uçamamalarını anlarım ama üretkenlikten bu kadar uzak kalmaları inandırıcı değil.

Bu yüzden hep şunu düşündüm; “bir şeyler olmuş olmalı! Mutlaka geliştiler; ama ya gelişimlerini sürekli sekteye vuran bir şeyler olmuş olmalı, ya da geliştikten sonra bir şekilde gelişimlerinin izleriyle birlikte dönem dönem yok olmuş olmalılar. Ta ki, bunun delilleri gün yüzüne çıkmaya başlayıncaya kadar.

Son dönemlerde insanlar, tarihi kayıtların doğa tarafından arşivlendiği, binlerce yıl öncesine uzanan, devasa bir kütüphane keşfettiler: buzullar! Her sene yağan karlar, beraberinde atmosferde bulunan gazları ve tozları da alarak bu kütüphanenin raflarına yerleştiriyordu. Sonra ardından ikinci bir kütüphaneye daha ulaşıldı. Deniz tabanı sondajları! Özellikle Güney Atlantik denizinde yapılanlar ortaya inanılmaz şeyler çıkardılar.

Bilimin ulaştığı bu son kanıtlar, 1. Dünya savaşı yılları ve ardından gelen buhran döneminde sesi yeterince duyulamamış bir bilim adamının iddialarının doğru olduğunu gösteriyordu. Milutin Milankovitch ve adıyla anılan eksen sapması “Milankovitch Döngüsü”…[2] O güne dek insanlar dünyanın iki hareketini ve sonuçlarını biliyorlardı: günlük hareketler; gece gündüz, yıllık hareketler; mevsimler… Milankovitch, dünya ekseninin resim-4’te görüldüğü gibi bir hareket yaptığını bununda küresel bir ısınma ve soğumayı tetiklediği, kısaca dünyada mevsimler üstü bir mevsim olduğunu iddia etmişti. Bilim ilerledikçe Milankovitch’in haklı olduğu ortaya çıktı. Gerçekten de bu eksen hareketliliği dünyanı güneşe yaklaştırıp-uzaklaştırıyordu. Bu da dünya genelinde dönem dönem buz devirlerinin veya küresel bir ısınmanın oluşmasına neden oluyordu.

Bu periyotlarla ilgili bilimsel delil ve temelleri şu an yazmakta olduğum ve inşallah kısa bir süre sonra beğeninize sunacağım “Paranigma I, II ve III” isimli roman serisinde geçen kavramları açıkladığım paranigmaserisi.blogspot.com.tr isimli bloğumda bulabilirsiniz. Şimdi işin o kısmına girmeden, bu periyotlarda devreden hikâyemizi kısaca özetlersem:
İlk önce yumurta mı tavuktan çıktı, tavuk mu yumurtadan bilmiyorum! Yani Hz. Adem, ilk yaratıldığında döngü hangi aşamasındaydı bilmiyorum. Ama ben Hz. Adem’in ilk yaratıldığı Cennet’ten (Bahçe) etkilenerek, ilk başlangıcı Sahra’dan alıyorum…


Bugün metrelerce kum tepelerinden başka hiçbir şey olmayan Sahra Çölü; o 9.200.000 kilometrekarelik devasa alan yemyeşil, sulak, sık ağaçlardan oluşan bir ormandı. Merkezi muhtemelen Sahra Ormanları olmak üzere, aşağıya doğru neredeyse tüm Afrika Kıtası devrin insanlarına ev sahipliği yapıyordu. Orta Afrika’dan, Kuzey Afrika’ya uzanan ve 2-3 tane Hazar Denizi büyüklüğünde göle sahip, medeniyet beşiği bir havza uzanıyordu. Kuzey’de ise 39. Enlemden yukarısı buzullarla kaplıydı. Buzullar dediğimizde aklınıza her yerin karla kaplı olduğu bir alan gelmesin. Buzulların kalınlıkları 6 katlı bir apartmanı buluyordu. Bu nedenle burada yaşamak mümkün değildi.


Derken Milankovitch döngüsü turunu tamamlayıp, yeni evreye geçti. Yerküre özelliklede Kuzey Yarım Küre güneşe daha çok yaklaşıyor, hava giderek ısınıyordu. Buzullar yavaş yavaş çekilmeye başlarken, Afrika su kaynakları çekiliyor, kıta kuraklaşıyordu. İnsanlar için ise tek çare yerlerini terk edip, yaşama daha elverişli bölgeler doğru göç etmekti. Yavaş yavaş Afrika’dan kaçış başladı; tüm medeniyetlerini özellikle Sahra bölgesinde, çölün ve mekanik çözülmenin acımasız parçalayıcılığına terk ederek…

Buzullar çekildikçe, insanlar daha da kuzeylere çıktı ve dünyanın dört bir tarafında yayıldı. Artık yeryüzü çok sıcaktı. Afrika susuzlukla boğuşuyor, göçe katılmayanlar küçük kabileler halinde güneye doğru inip, orada hayatta kalmaya çalışıyordu. Kuzeydekiler ise nispeten soğuk olan iklim ve eriyen buzulların yer kabuğuna depoladığı yeraltı suları ve geride bıraktığı göllerle suyla ilgili bir sorun yaşamıyordu. Döngünün tam ortasında artık kutuplarda bile buz kalmamıştı. Orada bile yaşam vardı. İşte Piri Reis’in haritasını çizerken, örnek aldığı kuzey kutbunun kar altında kalan kısmını hatasız çizdiği o harita, muhtemelen bu devirlerden kalmıştı. Yeryüzünde gelişen yarım küre Kuzey, geri kalan ise Güney’di. Bu sefer medeniyet şu anda olduğu gibi, Kuzey’de gelişiyordu.

Fakat döngü yine başa dönmeye başladı. İşler tersine dönmüştü. Havalar soğuyordu. Kışın yağan kar, soğurulan güneş miktarındaki azalmayla erimiyor, kutuplar yavaş yavaş kar katmanlarıyla kaplanıyordu. Bu sefer de tabiat insanları güneye inmeye zorluyordu. Kutuplar buzullarla kaplanıp, aşağı doğru inmeye başlayınca, insanlar tekrar yollara koyuldular; daha sıcak, daha yaşanabilir coğrafyalara doğru. Geride geliştirdikleri medeniyeti onlarca metre buzulun altına, megatonluk basınçların, dondurucu soğuğun aşındırıp yok etmesine terk ederek… 26.000 yıl önce başladıkları ve bu sürede böyle bir başlangıçları olduğunu bile unuttukları, yeniden yeşermeye başlamış Sahra Çölü'ne/Ormanına doğru…

Muhtemelen Asya’da kalanlar Sahra’ya değil de, Hindistan yarımadasının veya Çin hindinin yaşanabilir, coğrafyasına doğru iniyordu. İşte bu yüzden Zent Avesta, Hz. Nuh’un üç oğlu ve üç kavimden bahsediyordu. Avrupa, Arap ve küçük Afrikalı kabileler Sahra’da buluşacak, İranlılar, Hindular ve Tibetliler Hindistan’da buluşacak, Türkler, Moğollar ve Çinliler ise Çin’de buluşacak ve bu üç toplum 3-4 bin sene küçük irtibatlar halinde birbirinden kopacaktı. Bu yüzden, insanlık için üç kök vardı. Bu sürecin sonunda Sahra yeniden yeşerdikçe, tekrar medeniyetin beşiği olmaya başlayacak ve döngünün tekrar kendini başa sarmasına kadar da bu durum değişmeyecekti.

Milankovitch döngüsü medeniyetin kalp atışları gibiydi. Önce kasılıp insanları merkezinde topluyor, sonra da açılıp, birer kan hücresi gibi insanları yeryüzüne tekrar serpiştiriyordu. Ve bu kalp her atışında bir önceki devrin izlerini buzulları ve çöl kumlarını kullanarak yok ediyor, mecazi olarak, insan anlamında, Ademi, o güzel bahçelerden defalarca kovmuştu. Peki, kaç defa? Eğer yazının başında kabul ettiğimiz gibi Hz. Âdem’in yaşını 1.000.000 kabul edersek: 1.000.000 / 26.000= 38! Bu olaylar en az 38 defa tekrar etmişti!

Sümerler Sahra’dan son çıkıştan sonra kurulmuştu. Zaten Sümerleri kuran da, Antik Mısır’ı kulan da ve daha pek çok medeniyeti kuran da bu sahradan gelen göçlerdi. (Bununla ilgili verileri de paranigmaserisi.blogspot.com.tr adresinde bulabilirsiniz.) Kısaca Sümerler, Hz. Âdem’ler değillerdi. Tıpkı Yahudiliğin sürgün yıllarında Sümer hikâyelerinden etkilendiği gibi, onlar da kendilerinden öncekilerden etkilenmişlerdi. Hikâye Sümer’de başlamıyordu! Sadece önceki döngüler izleri silmişti ve biz yalnızca Sümer’e kadar uzanabiliyorduk…






Şu tartışılmaz bir gerçek ki, 18. Yüzyılın sonlarından itibaren insanlık gelişimde çığır açtı. Bütün bu ilerlemenin bu kadar kısa zama...


Şu tartışılmaz bir gerçek ki, 18. Yüzyılın sonlarından itibaren insanlık gelişimde çığır açtı. Bütün bu ilerlemenin bu kadar kısa zamanda olması, insanın atlarla yolculuk ettiği bir devirden, aya ayak basması arasında geçen sürenin bu kadar kısa sürmesi gerçekten baş döndürücü. Tabii bu hızlı ilerlemenin pek çok da yan etkisi oldu. Kuşaklar arası farkın giderek açılması, değişen ekonomiye, teknolojiye ayak uydurabilme problemi, daha karmaşık ve stresli bir yaşam, dünya üzerinde reçeteli antidepresan kullanım sayısının 375 milyon kişiye ulaşması…vb. Fakat diğer taraftan belki de hiç fark etmediğimiz bir yan etkisi daha oldu bu sürecin: kendini beğenmişlik!

Bu sıçramanın olduğu döneme kadar insanlarda geçmişlerine karşı bir hayranlık vardı. Eskiler daha güçlüydü, daha becerikliydi, daha mitolojikti. Hatta eski çağlarda insanlar atalarına karşı duydukları bu saygıyı bazen çığırından çıkararak “atalar kültü”ne, atalarını yarı tanrılaştırmaya bile çevirmişlerdi. Fakat son asırda insanlarda meydana gelen “üstünlük” hissi, tam tersine insanların geçmişte yaşayanlarla ilgili daha aşağılayıcı, küçük görücü, ilkel görücü bir yaklaşım içerisine girmesine sebep oldu. Modern dünya burasıydı; tarih ise yarı cahil kabilelerin, ilkel hayatta kalma mücadelelerinin dramatik tiyatrosu!

İşte bu bakış açısı ile tarih ve arkeoloji bilimi farklı bir yöne doğru kaydı. Tarih bizden önce yaşamış olan insanları anlamaya çalışan sosyal bir bilimden, sanki çöldeki zebra sürüsünün izlerinden onların göç yollarını tespit etmeye çalışan bir belgesel ekibinin bakış açısıyla o insanları değersizleştirdi. Oysa yeryüzünde yüzbinlerce yıldır insan yaşamı devam ediyordu. Bu nesil bu yaşamın sadece son bir buçuk asrını temsil ediyordu. Ama olsun! Geçmişteki insanlar basitti ve bu nesil onları nasıl kategorize ederse onlar öyleydi.

Bu nesil bir ayrıntıyı gözden kaçırdı. Tüm bu ilerlemenin kaynağı tümüyle bu nesil miydi? Yoksa son asırlarda yaşamış bir avuç kadar insan mıydı? Newton, Tesla, Einstein, Milankovitch…vb. Belki yüz, belki iki yüz kişi sayabiliriz, bu atılımda rolü olan. Peki bu neslin geri kalanının bu atılımda son kullanıcı olmak dışında ne gibi bir katkısı vardı da kendisini bu kadar ileri görebiliyordu? Avcı toplayıcı diye sınıflandırdığı insanları yarı maymun bir tür anlatır gibi anlatan belgesel ekibinin elinde tuttuğu kameranın gelişimindeki katkısı neydi? Ya da elinde tuttuğu, taştan yapılmış ok ucunu göstererek bilmem kaç yıl öncesinden kaldığını ve bunun o devir insanının alet geliştirebilmeye başladığını söyleyen bilim adamı karbon14 testinin gelişiminin hangi ayağındaydı? Ben? Şu an yazdığım şu klavyenin neresindeyim? Ben ve benim gibi üç yüz beş yüz kişi bir adada mahsur kalsak ne yapabiliriz? Cep telefonu çağına ulaşmamız ne kadar sürer? O insanların ne yaşadığını nereden biliyoruz? Neden adamlara pirimat gözüyle bakıyoruz? Ne biliyoruz? Hiçbir şey…

İşte bu bakış açısını alıyoruz, eski insanları sınıflandırmada kullanıyoruz. Özellikle de mesela şu ilkler meselesinde. Tarihte ilk defa para Lidya’da basılmıştır. Yok ya? Nereden bildin? Senin ulaşabildiğin en eski para Lidyalılara mı ait, yoksa Lidyalılara kadar kimsenin bunu yapamadığına emin misin? Tarih Sümer’de başlar!... Niye? Çünkü yazıyı Sümerler bulmuştur… Niye? Yoksa Sümerlerden önceki minimum dört yüz bin seneyi, tüm ayrıntılarıyla biliyorsun da, bunun Sümer’e kadar gerçekleşmediğinden emin mi oldun?

Cümlelerimizi doğru kullanmalıyız. Yoksa yanlış kurulan cümleler, ortaya bağnaz bir bilim çıkartıyor. Cümlenin doğrusu şu, “Şu an elimizdeki delillerle, yazıyı kullandığını bildiğimiz en eski medeniyet Sümer medeniyeti.”… Bitti! Diyebilirler ki, ondan önceki dönemden kalma yazılı bir metin yok. Olabilir! Bir şeyi sen bilmiyorsan o yok mudur? Tıpkı Avrupa’nın Amerika’yı keşfetmesi gibi… “Amerika böyle keşfedildi!”… Hayır, efendim! Amerika öyle keşfedilmedi. Amerika’da zaten insanlar vardı, siz yeni keşfettiniz. Ne demek? Oradakiler insan değil miydi?

İşte problem bu bakış açısından kaynaklanıyor. Tarih Sümer’de başlar; Sümer’de din adamları var; o zaman din adamlığı Sümer’de başlar? Oldu canım… Ya da Tarih Sümer’de başlar; Sümer’de tufan anlatılıyor; O zaman tufan da Sümer’de başlar; semavi dinlerde devam eder… Tabii, tabii… Zaten insanlık Sümer’den önce yoktu! Sağ olsunlar “insan” figürünü ortaya çıkardılar… Sümerlerden önceki yüzbinlerce yıl insanlar ne evreni anlamaya çalıştı, ne düşünebilen yaratıklardı, ne iletişim becerileri vardı, ne bir inanç sitemi ya da siyasi otorite geliştirebilecek tiplerdi, onlar sadece bulduğunu yiyen, su kenarlarına yakın duran, mağaralarda yaşayan bir nevi orangutan nesliydi; öyle mi? Öyle olması lazım çünkü her şey Sümer’de başlıyor? Hiç Sümerlilerin kendilerinden önceki kültürlerden etkilendiklerinden, onlardan bir şey öğrendiklerinden bahseden, ya da böyle bir ihtimalin varlığını akla getiren yok? Çünkü işin içinde bilimsel bağnazlık ve dinsel bağnazlığın kardeşliği var.

Aslında Sümerlerin varlığı bile pek çok çevre için rahatsız edici. Nasıl olmasın ki? Musevilere göre Hz. Adem ve Hz. Havva’nın dünyaya indiği tarih M.Ö. 3761’dir. Hatta Hıristiyanlık bunu daha da erkene çeker. Hatta bu yüzden Yahudi ve Hristiyan tarihçiler, karbon14 metoduyla yaşı hesaplanan nesneleri izah etmek için yaşlı dünya teorisini bile ürettiler. Neymiş efendim, Allah'u Teala dünyayı yarattığında yaşlı olarak yaratmış? O yüzden testlerde yaşlı çıkıyormuş. Yani tüm sistem bir anda, yaşlanmış olarak, yaratılıvermiş!

Eee bizimkiler boş durur mu? Hemen İslam’da da Kuran’da olmayan bilgi hadis adı altında sokuşturulmuş, Hz. Adem ile kıyamet arası 7000 sene kabul edilmiştir. İşte güneş yarın sabah batıdan doğdu desek 7000-2017: M.Ö. 4983 tarihini Hz. Adem’in doğum günü sayabiliriz. “Olur mu öyle şey?” demeyin; bunlardan ismini sıkça duyduğunuz pek çok kişi etkilenmiştir. Örneğin Sait Nursi[1]; Bu arada Göbekli Tepe’yi de sadece Mustafa İslamoğlu’nun vâkıf olduğu Hz. Adem’in kayıp dedeleri inşa etmiş olmalı! Bu arada karbon14 gibi yöntemler? Biz de durum daha kolay, öyle karmaşık teoriler üretmeye gerek yok. Bakın bu konuda bir web sitesi ne diyor (parantez içleri bana ait):

Bu yaş tayinleri günümüzde, paleontolojik, radyoaktif veya karbon on dört metotlarıyla, ya da ışık tayflarından faydalanarak yapılır. Hepsinin de sıhhat derecesi tartışmalıdır. (Kime göre?) Geçmişle alakalı bu yaş tayinlerinin gerçek değerleri değil, nispi bir değeri verdiği kabul edilmektedir. (Böyle bir kabul mü var?) Dolayısıyla, gerek insanın geçmişi, gerekse diğer canlıların, ya da kainatın yaşı hakkında ileri sürülen değerlerin hakiki yaşı göstermediği bilinmektedir. (Kim tarafından?)”

Kısaca biz, kendimizden önceki tarihi, olduğu gibi uzun görmek istemiyoruz. Kendimizden öncekileri de insan olarak görmüyor, kendimizi onlardan üstün görüyoruz. Bizim tarih diye bildiğimiz dönemin gerçek bir tarihin içinde küçük bir nokta kaldığını fark edemiyoruz. Tarih dediğimiz bilimi ön yargılarımıza kurban ediyor, bulduğumuz her şeyi iddialarımıza kaynak olsun tahrif ediyoruz. Hatta haklı çıkmak için yalan söylüyoruz.

Kefren Piramidi Giza platosunda bulunan en büyük ikinci piramittir. Piramiti Firavun Kefren’in oğlu Mikerinos’un yaptırdığı sanılmaktadı...


Kefren Piramidi Giza platosunda bulunan en büyük ikinci piramittir. Piramiti Firavun Kefren’in oğlu Mikerinos’un yaptırdığı sanılmaktadır. Her ne kadar Keops Piramidi kadar yüksek olmasa da yüksek bir zemin tercih edilip, piramit çevresi kompleksi daha ayrıntılı inşa edilerek, Keops Piramidi'nin gölgesinde kalmaması sağlanmıştır. Piramidin dışındaki Firavun Mezar Tapnağının tüm tipik unsurları (giriş holü, sütunlu avlu, kraliyet heykeli için nişler, depo odaları ve diğer iç sığınaklar) ilk defa bu piramitin kompleksinde bir arada görülmüştür. Kendinden sonra yapılan piramitlerde de bu bölüm Kefren Piramidi'nde olduğu kadar büyük ve gösterişli inşa edilmemiştir. Ayrıca meşhur Giza Sfenksi bu piramidin nekropolünde bulunur.

Büyük piramitte olduğu gibi bu piramidin içinde de mezar amaçlı yapıldığını ispatlayacak herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Ayrıca piramidin içinde herhangi bir yazıt da yoktur. Büyük Piramit gibi Kefren piramidi de bir kaya çıkıntısı üzerine inşa edilmiştir. Piramidin kuzey yönünde iki girişi vardır. Bunlardan birisi tabanda diğeri, ise zeminden 11,5 metre yüksektedir.


Piramidin alt kısımlarının kaplamaları pembe granitten, daha yüksek kısımlar ise beyaz tura kalkerindendir. Diğer piramitlerde pek rastlanmayan şekilde Tura kalkerlerinden oluşan katmanın bir kısmı hala yerindedir. Piramit kompleksi; yanında küçük bir uydu piramit, Büyük Sfenks, Sfenkse ulaşan geçit, vadi tapınağı, sfenks tapınağı ve ölüm tapınağından oluşur.

YAZARIN SON PAYLAŞIMI

Var olmak ve yazmak...

Kırk yaşındaydı. Yıllardan 610, aylardan Ramazan, gecelerden Kadir Gecesiydi. Daha sonradan bin aydan hayırlı olduğu söylenecek gece… ...